“Tanrım, bizlere inanç ver. İnançsız komünist düşmanlarımızla savaşmak ve onları ezip yok etmek için bizlere güç ver. Bize cesaret ve azim ver. Ve asla amacımızdan sapmamıza izin verme”
Eski bir İngiliz casusunun, kendisini komünizmi ortadan kaldırmaya adamış bir örgütle giriştiği mücadelenin hikâyesi.
Len Deighton’un aynı adlı romanından uyarlanan film, ajan Harry Palmer karakterini karşımıza getiren üçüncü sinema eseri. Daha önceki iki filmde (“The IPCRESS File – Ani Tehlike” ve “Funeral in Berlin – Cehennem Dönüşü”) olduğu gibi başrolde yine Michael Caine’in yer aldığı çalışmanın yönetmen koltuğunda İngiliz sinemacı Ken Russell var, senaryo ise John McGrath’ın imzasını taşıyor. Zaman zaman Russell’ın çılgın mizansen anlayışından izler taşısa da, yönetmenin kariyerindeki diğer filmler ile kıyaslandığında çok daha “normal” duran bu film, olay örgüsünü ve karakterlerini geç toparlaması ve normallik ile çılgınlık arasında, iki tarafı da yeterince tatmin etmeyecek bir noktada durması ile çok da güçlü bir görünüm sergileyemiyor. Yine de Russell’In elinden çıktığı belli olan sahneleri, Caine’in “cool” tavırlı oyunu, filmin çekiminden kısa bir süre sonra, henüz yirmi beş yaşındayken ölen Françoise Dorléac’ın güzelliği ve sinema meraklılarının keşfettiklerinde keyif alacakları Sergei M. Eisenstein göndermeleri ile ilgiyi hak ediyor.
Film hayli keyifli bir jenerik çalışması ile açılıyor ve on dört James Bond filminin jeneriğini de hazırlamış olan Maurice Binder’ın bu çalışması filme iyi bir giriş yapmanızı sağlıyor. Richard Rodney Bennett’a it olan orijinal müziğin jeneriklere eşlik eden bölümü de taşıdığı tipik 1960’lar havası ile bu keyfi artırıyor kesinlikle. Ne var ki film bu sağlam girişten sonra, nerede ise ilk yarısının sonuna kadar hayli dağınık ilerliyor ve olay örgüsünü, kimin amacının ne olduğunu tıpkı ajan Palmer karakteri gibi seyirci de pek anlayamıyor. Yönetmen Ken Russell kendisinin ve senarist McGrath’ın Len Deighton’un kitabını pek de anlamadıklarını ve bu nedenle anladıkları kısımlarına odaklanmayı tercih ettiklerini söylemiş daha sonraki bir tarihte ve açıkçası bu “itiraf”ın gerçekliğini özellikle ilk yarıda hayli yakından hissediyorsunuz. Bu dağınık ilk yarıyı Caine ve Dorléac’ın varlığı da pek kurtaramıyor ve film için doğal olarak olumsuz bir hava oluşuyor seyreden üzerinde. İkinci yarı ise “çılgın anti-komünist işadamı”nın damgasını vurduğu ve daha Ken Russellvari mizansenli anları ile hareketleniyor ve tam anlamı ile olmasa da hem eğlenceli hem heyecan verici olmayı başarıyor film.
Sonraki yılların iki ünlü sinema oyuncusuna dönüşecek olan Donald Sutherland ve Susan George’un çok küçük rollerde yer aldığı film, soğuk savaş döneminde çekilmesine rağmen Sovyetler’i değil, çılgın işadamı karakteri üzerinden Batı’yı eleştiri/alay konusu yapması ile de dikkat çekiyor. Russell’ın damgasını en bariz hissettiğimiz sahnelerden birinde, bu işadamının liderliğini üstlendiği “Özgürlük Kardeşleri” örgütünün üyeleri bir histeri nöbetindeymiş gibi Sovyet liderlerinin (Lenin, Stalin vs.) posterlerini yakarken gösteriliyor ve Russell’ın çılgın kamerası onların bu halinin çılgın komikliğinin altını çiziyor kalın çizgilerle. İşadamının ordusunun Letonya’yı işgale giderken, buz tutmuş deniz üzerinde yaşadıkları (Rus yönetmen Eisenstein’ın 1938 tarihli ünlü klasiği “Aleksandr Nevskiy” filmine açık bir gönderme bu sahne) veya finalde Rus istihbaratının İngiliz istihbaratına attığı kazık, filmin anti-Sovyet bir tutumdan özenle kaçındığının göstergeleri. Bir tür anti-Bond olarak nitelendirebileceğimiz Harry Palmer karakterinin kahramanı olduğu film Bond filmlerinin aksine bu karakteri pek de olağanüstü işler becerirken göstermiyor bize. Öyle ki çılgın işadamının hakkından gelinmesinde asıl pay Rus ordusunun ve özellikle Letonya’daki istihbaratın başındaki Rus generalin oluyor. Film komünizm karşıtlığını sıkı bir alay konusu yaptığı gibi, bu karşıtlığı hikâyesinde faşizm ile özdeşleştiriyor ve örgütün sembolünü Naziler’in gamalı haçından esinlenerek tasarlarken, örgütün ordusunu da tam da faşist devletlerin törenlerinde tanık olabileceğimiz sahneler içinde gösteriyor bize. Özetle, Amerikalıların anti-komünist cumhuriyetçilerinin (filmdeki işadamı elbette Teksaslı!) faşizan karakterlerini sağlam bir şekilde aşağılıyor Russell bu filmde.
Filmin yeterince başarmış görünmediği mizah anlarından hatırlanmaya değen pek fazla yok maalesef. Mel Brooks’un veya ZAZ üçlüsünün (David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker) filmlerinde görmeye alıştığımız türden bir esprisi olan “kar temizleme aracı” sahnesi (ki filmde bu türden tek sahne olarak seyirciyi hazırlıksız da yakaladığından kısa ama sıkı bir kahkaha attırıyor) ve “kolları çok uzun, kini ise sonsuz” olan çılgın işadamının nutuk anlarından çok daha fazlasına ihtiyacı varmış filmin kesinlikle, bir eğlence kaynağı olabilmesi için. Caine ve Dorléac dışında da güçlü oyuncuları olan film (Karl Malden’ın yanısıra filme asıl damgasını vuran yan karakterleri canlandıran Oscar Homolka (Rus general) ve işadamı rolündeki Ed Begley oluyor) finaldeki “buzda fiyasko sahnesi” ile hem Ken Russell’a yakışan bir kapanış yapıyor hem de baş kahramanını öne çıkaramamasını bu eğlenceli sahne ile affettiriyor nerede ise. Evet, Palmer karakteri hak ettiği kadar öne çıkamıyor hikâyede ve bu durum filme iki şekilde zarar veriyor: Öne çıktığı sahnelerdeki “cool” oyununun kanıtladığı gibi Caine aslında filme çok daha fazla seyir zevki katabilirmiş ve hikâye bir odak noktasının eksikliğini hissettiriyor sık sık.
Kusurlarına rağmen, Russell’ın kariyerindeki bu ikinci sinema filmi fena halde (olumlu anlamda) 1960’lara ait olmak gibi cazip yanı ile de ilgi çekmeye aday. Müziğinden renk kullanımına, kamera hareketlerinden eğlenceli ve gösterişli havasına ve zum kullanımına kadar pek çok öğe 1960’lar nostaljisi yaşamak isteyenler için ideal bir aday yapabilir bu filmi.
(“Milyonluk Beyin”)