“Bir süredir anti-depresan kullanıyorum. Hiç kimse bilmiyor, Chris bile. Bilirsin işte, ona söylememe nedenimi bilmiyorum ama sanırım ilaç kullandığım için utandığımdan… ve muhtemelen hayatımda ters giden bir şey olmadığından. Mutlu olmalıyım… ama işte hep bu hüzün duygusu var içimde ve nedenini bilmiyorum”
Yıllar sonra karşılaşan ve lise yıllarında birbirilerine derin bir aşk duymuş olan bir kadın ile bir erkeğin hikâyesi.
Mark Duplass’ın orijinal senaryosundan Alex Lehmann’ın çektiği bir ABD yapımı. Kısa bir süre vizyona sokulduktan sonra doğrudan Netflix’te gösterime çıkarılan yapıt Lehmann’ın çektiği ilk konulu filmi ve başrollerde Duplass ile birlikte Sarah Paulson yer alıyor. Tek bir sahnede yer alan Clu Gulager dışında tamamı bu iki oyuncu arasında ve bir günde geçen film geçmiş, hayaller, hayal kırıklıkları, ihtimaller, gençlik hataları ve yüzleşmeler üzerine bir çalışma. Her karesine karakterlerin nostalji duygularının sindiği film Richard Linklater’ın “Before Üçlemesi” (“Before Sunrise”, “Before Sunset” ve “Before Midnight”) olarak adlandırılan filmlerine yakın duran biçim ve içeriği, başrol oyuncularının samimi ve karakterlerin tüm duygularını seyirciye geçiren güçlü performansları ile gençlik aşklarını ve onların -çoğunlukla- beslediği hayallerini özleyen herkesi etkileme gücü olan bir yapıt. Bir parça fazlası ile küçük bir hikâyesi var ve bu nedenle biraz uzatılmış görünüyor (buna rağmen süresi sadece 80 dakika) ama yine de keyifle ve birkaç gözyaşı eşliğinde izlenebilecek bir çalışma bu.
Alex Lehmann siyah-beyaz çekmiş filmi. Bu tercih sadece filmin nostaljik havasını desteklemiyor; daha önemli olarak, seyrettiğimiz hikâyenin geçmişte yaşananlara ve onların bugüne yansıyan izlerine odaklanmasını destekliyor siyah-beyaz görüntüler. Lise yıllarında birbirlerine büyük bir aşk besleyen ve ancak finale doğru öğrenebileceğimiz bir nedenle ayrılan çift geçici olarak döndükleri memleketlerinde bir markette karşılaşırlar tesadüfen. Kadın hamile olan kız kardeşini görmek için dönmüştür kasabaya, adam ise ölen annesinin evi ile ilgilenmek için. İlk karşılaşma anlarından itibaren bu iki insanın bir ortak geçmişleri olduğunu ve bu tesadüf karşısında kendilerini çok da rahat hissetmediklerini anlıyoruz. Bundan sonrası ise, kaçınılmaz şekilde ve bekleneceği üzere bir kahve için bir araya gelme ve havadan sudan sohbetin ilerledikçe yerini geçmişle ve birbirleri ile yüzleşmeye bırakması olacaktır.
Mark Duplass kesin bir senaryodan çok, hikâyenin özeti sayılabilecek bir versiyon vermiş yönetmene. Bu nedenle hem o hem Sarah Paulson sahnelerin önemli bir kısmında doğaçlama ile yaratmışlar diyalogları. Bu da filme oldukça önemli bir doğallık katmış görünüyor; hemen bütün hikâye boyunca iki insan arasındaki çok mahrem anlara tanık olduğunuz duygusunu yaratmayı başaran filmde iki oyuncunun karakterlerine tamamen ısınmış görünen oyunculuklarının da yardımı ile sanki o iki insan dışında kimsenin var olmadığı (hem hikâye karakterleri açısından hem de film ekibi olarak) bir dünyanın parçası yapıyor bizi yönetmen Lehmann. Her ikisi de başta hayatlarının temel olarak yolunda gittiğini söylese de, sohbet ilerledikçe mutluluktan uzak olduklarını anladığımız bu iki insanın hikâyelerini gerçek kılan işte tüm bu tercihler ve unsurlar oluyor. Filmin tek bir sahne dışında sanki dünya üzerinde sadece bu iki insan varmış gibi, onları soyutlayan bir anlatımı seçmesi de destekliyor bunu ama öte yandan bu izolasyon hikâyeye bir parça “fantezi” havası katmıyor da değil. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, tanığı olduğumuzun “hayal edilen bir buluşma” olduğunu çağrıştırıyor bu tüm dünyadan yalıtılma.
24 yıl sonraki buluşmanın bu hikâyesine eşlik eden Julian Wass müziği filmin ritmine, hüznüne ve nostaljisine uygunluğu ile dikkati çekiyor. Benzer şekilde, görüntü yönetmenliğini de üstlenen Lehmann’ın kamera çalışması da dingin ve nostaljik yaklaşımı ile hikâyeye hayli yakışmış. Tüm bu olumlu unsurların yanında, hikâye sanki biraz uzunca bir kısa filmle çok daha iyi anlatılabilirmiş gibi duruyor. Zaman zaman kasabadan karşımıza gelen görüntüler veya hayli uzatılmış görünen kaset sahnesi bu zorlamanın sonucu olmuşlar ve filmin etkileyiciliğini olumsuz yönde etkilemiş sanki. Sonuçta “küçük ve zarif” bir hikâyeyi olduğundan büyük gösterme çabası gereksizmiş denebilir rahatlıkla.
Mutlu aşkın belki de gerçekten de sadece hayallerde var olabileceğini anlatıyor bu hikâye; 120 yıl sürecek bir mutluluğu hayal eden iki insanın bir karar noktasındaki tereddütleri ile yıkılıp gitmiş bir ilişki var karşımızda çünkü. Sonuçta bu ilişkinin her iki tarafı için de hayli patetik bir neticesi olmuş o tereddüdün ve “gönderilmemiş bir mektubun”. Hayata devam edebilmek için şart görünen bir yüzleşmenin yer aldığı hikâye romantizmi ve dramı birlikte barındıran, kaçırılan fırsatlardan hüzünlenenlerin seveceği türden ve onlardan birkaç damla gözyaşını zorlanmadan alabilecek bir yapıt. Adele’in “When We Were Young” şarkısı eşliğinde de izlenebilecek ve zerafetini hep koruyan bir film çekmiş Alex Lehmann bu ilk yönetmenliğinde.