“Her yirmi bir siyah Amerikalı erkekten biri cinayete kurban gidecek… ve bunların çoğunda katil bir başka siyah olacak”
Los Angeles’ın siyahların yaşadığı gettolarında büyüyen gençlerin şiddet ile örülü hikâyeleri.
John Singleton’ın bu ilk çalışması övgülerle karşılanmış, sanatçıya Oscar’a aday olan en genç yönetmen ünvanını kazandırmış olan bir eser. “Siyah sinemanın” en tanınan örneklerinden biri olan eserin senaryosunu da Singleton yazmış ve sanatçı filmine seyircinin de rahatça hissedebileceği bir “içeriden bakış” katmış kesinlikle. Hikâyedeki karakterlerin yoksulluk, içki, uyuşturucu ve en çok da şiddet ile kaplanmış olan hayatlarını oyuncularının da başarısı ile etkileyici bir gerçeklik ile perdeye getiren Singleton’ın filmi kimi kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir çalışma.
Karakterlerinin 1984’deki çocuklukları ile başlayan hikâye daha sonra yedi yıllık bir sıçrama ile filmin çekildiği 1991 yılına geliyor ve karakterlerinin bugününü anlatıyor. Singleton senaryoyu kendi hayatından ve yetiştiği yerlerdeki gözlemlerinden esinlenerek yazmış ve bu da yönetmen olarak kendisine tanışık olduğu bir hayatı anlatma fırsatı sağlamış. Yönetmen Singleton da bu fırsatı iyi değerlendirmiş açıkçası. Şiddete bulaşmamanın veya bir başka deyişle şiddetin faili, kurbanı ve bazen de her ikisi birden olmadan yaşamanın imkânsız göründüğü koşullar altında ayakta kalmaya çalışan karakterlerin çıkışsızlığını ve her birinin kendine özgü bir çözümün peşinde koşmasını anlatıyor hikâye temel olarak. Üstelik sadece şiddet değil bu hayatları zor kılan; yoksulluğun hâkim olduğu, uyuşturucu ve içki ile iç içe geçmiş hayatlar bunlar ve okulu erken bırakmaktan erken hamilelik ve evliliklere, sokakta uyuşturucu ve içki peşinde koşmaktan hırsızlığa ve cinayetlere uzanan sonuçları var bu hayatların. Siyah polislerin bile siyah gençlere karşı ırkçı davranışlar sergilediği, çocukların sokakta oynarken ceset görmelerinin sıradan olduğu bu mahalleleri anlatan Singleton’ın senaryosu bir sistem eleştirisi getirmekten çok sistemin siyahlara karşı olan adaletsizliğini dile getiriyor gibi daha çok. Gerçi filmin zaman zaman aksayan yanlarından biri olan mesaj dolu diyalogların birinde bizdeki kentsel dönüşümü anlatan “gentrification – kentlerin nezihleştirilmesi yani yoksullların kent merkezinin dışına atılıp bu bölgenin rant kaynağı haline getirilmesi” dile getiriliyor ama bu sahne bir kenara bırakılırsa sistemin siyahlara ettiklerine odaklanıyor asıl olarak hikâye.
Baba karakteri filmde temiz kalma çabasının sembolü ve Laurence Fishburne’ün olağanüstü bir duyarlılıkla canlandırdığı bu karakter Singleton tarafından kendi babası esinlenerek yaratılmış. Ne var ki senaryonun kendisini zaman zaman kurtaramadığı mesaj verme kaygısının da bir yandan kurbanı olmuş bu karakter. Singleton’ın senaryosu içerdiği gözlemlerin ve bu gözlemleri karşımıza getiren mizansen becerisinin gücününün de katkısı ile aslında oldukça başarılı ama hem bu bahsettiğim mesaj verme telaşı hem de zaman zaman sahnelerin bir bütünlük arzetmiyor gibi olması nedeni ile kimi anlarda da aksamıyor değil açıkçası. Bu ikinci problem özellikle “cinayet” sahnesine kadar filmin genel olarak tonuna karar verememiş gibi görünmesine de yol açıyor. Bu kritik sahne ve tüm sonrası ise filmin hem en başarılı anlarını içeriyor hem de yönetmenin sağlam dram duygusu nedeni ile çok etkileyici olmayı başarıyor. Bu sahneye kadar olan anlar ise sanki ortada elle tutulur bir hikâye yokmuş gibi duruyor ve öyle ki bir parça abartı ile, baş karakter olan gencimizin kız arkadaşı ile yatmayı başarıp başaramayacağının filmin en elle tutulur gerilimini yarattığı bile söylenebilir.
Karakterleri ve mekanları itibari ile elbette bol bol küfürlü konuşmaların yer aldığı filmde Fishburne ile birlikte öne çıkan bir diğer isim ise Ice Cube. Ünlü müzisyen bu ilk sinema filminde karakterini tam bir doğallık ve konuşması, vücut dili ve mimiklerine yansıyan inanılmaz bir gerçekçilik ile canlandırıyor. Fishburne ve Ice Cube’ün hak ettiği bu övgülerden baş roldeki Cuba Gooding Jr’ın payına ise pek düşmüyor açıkçası. Oyuncu nedense fazla kontrollü ve hatta soğuk bir performans veriyor hikâye boyunca. Amerikan toplumunda siyahların karşılaştığı sorunları içeren bir listeden tek tek tüm maddelerin sırası ile karşımıza getirilmiş gibi durduğu filmin müzik kullanımı da sorunlu görünüyor. Söz konusu rahatsızlık çoğunda Ice Cube imzası olan rap ağırlıklı şarkılardan kaynaklanmıyor; problem Stanley Clarke imzalı film müziğinin rap şarkılarını duymadığımız hemen her sahnede ve bir parça da acemice kullanılışı. Filmin ne genel havasına ne de diğer sinemasal unsurlardaki (kurgu, oyunculuk, teknik numaralardan uzak mizansen vs.) yalınlığına uymuş bu tercih. Sık sık seyircinin kulağına gelen helikopter ve silah seslerini karakterlerin yaşadığı çevrenin niteliği için gösterge olarak kullanmayı deneyen ve bunda da başarılı olan yönetmenin müzik alanındaki bu yanlışı gerçekten ilginç.
Beyaz Amerika’nın görmediği, görse de özellikle göstermediği veya umursamadığı hayatları anlatan film kusurlarına rağmen ilgiyi hak eden, sokakları başarılı diyaloglar ve gerçekçi karakterleri ile karşımıza getiren ve özellikle son bölümleri ile seyirciyi avucunun içine almayı beceren bir eser. Hollywood sinemasının tüm o yapay havalı filmlerinden çok farklı bir noktada duran eser seyircisinin yüzüne ayna tutmayı başaran ve ona kendisini unutturmayı değil kendisini ve içinde yaşadığı düzeni sorgulatmayı deneyen filmlerden biri özetle.
(“Artık Çocuk Değiller”)