“Savaşın sonunu sadece ölüler gördü sözünü söyleyenin kim olduğunu bilmiyorum. Ben savaşın sonunu gördüm. Asıl soru, tekrar hayata dönebilecek miyim?”
Bindiği helikopter Afganistan’da vurulan bir asker, bu olaydan sonra birbirleri ile yakınlaşan erkek kardeşi ve askerin eşinin hikayesi.
Danimarkalı yönetmen Susanne Bier’in 2004 yapımı “Brødre” adlı filminin beş yıl sonra bu kez Amerikan yapımı olarak çekilmiş uyarlaması. Bier’in filminin olay örgüsünü hemen aynen koruyarak hikâyeyi yeniden yazan isim senarist David Benioff, bu yeni yapımı yöneten ise Jim Sheridan olmuş. Savaşta yaşanan trajik bir olayın neden olduğu travma ve bu travmanın bireyleri tahakkümü altına alması, suçluluk duygusu, “yasak” bir aşk, pişmanlık vb. temalar üzerinden ilerleyen hikâye tartışılmaz bir etkileyiciliğe sahip ve Sheridan’ın usta yönetiminin kendisini sürekli hissettirdiği bir çalışma. Üç ünlü baş oyuncusu (Jake Gyllenhaal, Tobey Maguire ve Natalie Portman) ve yan rollerdeki isimlerden (Sam Shepard, Mare Winningham, Carey Mulligan ve Patrick John Flueger) oluşan kadrosu ile dikkat çeken film, “sakallı ve kötü bakışlı” Afganistanlıları (El-Kaide) tam da tahmin edileceği şekilde konumlarken, hikâyede bir El-Kaide komutanının sorduğu “burası bizim topraklarımız, burada ne arıyorsunuz” sorusunun üzerine hiç gitmiyor elbette ve bu soru kötü düşmanın sorduğu bir soru olarak havada kalıyor. Genç askerlerinin travmasından asıl sorumlu olanın ABD’nin kendisi olduğunu ima etmeye dahi yanaşmayan filmin bu politik yanlışlığı bir kenara bırakılırsa, seyirciyi duygusal olarak etkilemek amacı ile yola çıkan ve bunu başaran bir yapıt karşımızdaki.
Filmimizin kaynağı olan Susan Bier yapımı ilhamını Homer’in ünlü destanı “Odesa”dan almış kaynaklara göre. Bier’in görmediğim filminin bir parça gölgesinde kaldığı söylenen bu Jim Sheridan yapımı ise bir epik havadan uzak, daha çok duygusal bir havada ilerleyen bir çalışma. Pek çok etkileyici sahnesi olan, Maguire ve ödüllerde geride kalsa da onun önüne geçen bir performansın sahibi olan Gyllenhaal‘ın oyunları ile ciddi bir başarı gösterdiği ve seyri keyifli bir film bu. İki erkek kardeşten, Vietnam savaşını görmüş ve asker olan oğlunu (Maguire) sürekli överken, hikâyenin başında cezaevinden çıkarken gördüğümüz ve bir baltaya sap olamamış oğlunu (Gyllenhaal) devamlı aşağılayan babanın bakışı bir bakıma filmin “politik” durumunun göstergesi olarak görülebilir. Oğullarına sert davranmasını, finale doğru, Vietnam’da yaşadıklarına bağlıyor baba ama ne o ne de filmin kendisi Vietnam’dan Afganistan’a uzanan bir çizgi çekip, çocuklarının başkalarının topraklarında neden öldüğünü veya sağ kalanlarının da neden ağır travmalarla döndüklerini düşünmeye ve düşündürtmeye zaman ayırıyor. Taliban askerleri en acımasız işkenceleri yaparken sorulacak soru değil bu diyor belki film ama en basitinden El-Kaide’nin (ve aslında tüm “radikal İslâmcı” savaşçıların) ABD tarafından bir dönemler komünizme karşı nasıl yaratıldığını ve beslendiğini düşününce, hikâyenin bu açıdan dürüstlüğü pek kalmıyor ortada. Susanne Bier’in filmi Danimarkalı askerleri anlattığı için bu problemden muaf düşünülebilir belki ama bir Amerikan filminin buna hakkı yok kesinlikle. Bu nedenle, yüzlerce askerin mezar taşlarınıa tanık olduğumuz mezarlık sahnesinin mezarlarda yatanları savaş politikalarının kurbanları olarak değil, ülkesi için şehit düşen kahramanlar olarak görmemizi istediğini düşünmek gerekiyor ve bu da rahatsız edici elbette.
Hikâyenin bu politik eksikliğini/yanlışlığını, bir başka deyiş ile iktidarı/sistemi hiç sorgulamamasını bir kenara bırakırsak, Sheridan’ın filmi sinemasal özellikleri açısından sınıfı geçiyor ve pek çok öğesi ile de seyirciyi etkisi altına alıyor. Afganistan’daki esaret sahneleri ve elbette infaz anı, Maguire’ın baştaki çocuksu bakışlarının taban tabana zıt bakışlarla, ağır bir travmanın altında ezilen bir adamın bakışları ile yer değiştirdiği tüm anlar ve bu anlarda Toby Maguire’ın performansı ve tüm film boyunca ve kimi zaman senaryonun klişelerine rağmen üstün bir performans sergileyen Jake Gyllenhaal’ın varlığı filmi kesinlikle seyre değer kılıyor. Natalie Portman onca sahnesine rağmen senaryonun sıkıntısını yaşıyor ve diyaloglarda gerekli gereksiz tekrarlanan güzelliği ile daha çok filme travmanın dolaylı kurbanı olan güzellik olarak tanımlanabilecek bir katkı sağlıyor. Dul eş rolünde Carey Mulligan kısıtlı sahnelerine rağmen çok başarılı, Sam Shepard, Mare Winningham ve Patrick John Flueger da sağlam oyunculuklarla filme renk katıyorlar. Jim Sheridan’ın yönetmen olarak katkısını da es geçmemek gerekiyor. Yönetmen Sheridan zaman zaman da olsa filme Amerikalı’dan çok Avrupalı bir hava katarak Hollywood’dan uzak durmayı başarması ve hem sert hem yumuşak sahnelerde doğru kamera hareketlerini tercih etmesi ile takdir edilmeyi hak ediyor.
Bier’in filminde var olan politik yaklaşımın tamamen dışarıda bırakılması ve “yasak” aşkın masum bir öpücüğe indirgenmesi gibi tercihler, malum nedenlerle anlaşılabilir olsa da, Sheridan’ın filmine sinema değerleri açısından zarar vermiş kuşkusuz. Yine de usta ellerden çıktığı belli olan film, savaştan geri dönen ama gerçekten geri dönebildiği tartışmalı olan bir karakteri ve etrafındakileri anlatan hikâyesi ile ilgiyi hak ediyor.
(“Kardeşler”)