“Biz o pis Amerikalılar gibi değiliz, memleketlimizi görünce elimizi uzatırız”
Amerika’da karşılaşan biri Boşnak biri Sırp iki adamın savaşı bu topraklarda da sürdürmesinin hikâyesi.
Hırvat yönetmen Goran Rusinovic’in uzun aralıklarla çektiği filmlerden üçüncüsü, 90’lı yıllarda Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan trajedinin izini bu trajedinin çok uzağındaki bir ülkede iki adam üzerinden süren bir çalışma. Bosna doğumlu Hırvat asıllı yazar Milijenko Jergović’in romanından uyarlanan ve yazarın da senaryosuna katkıda bulunduğu film gerçek savaşın yaşandığı topraklardaki görüntüleri gerçeküstücü veya fantastik bir tarzda geriye dönüşlerle verirken yıllar sonra ABD topraklarındaki sanal savaşı oyuncuların ve hikâyenin gücüne dayanarak yüreğe dokunacak bir alçak gönüllülük ve kimi zaman müthiş kelimesini hak edecek bir görsellikle sergiliyor.
Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanan ve etkisinin tüm sıcaklığını hâlâ koruyan bir savaşı, özellikle de bu savaşın taraflarından birinde yer almışsanız, anlatmak bir yandan çok kolay ama bir yandan da çok zor olsa gerek. Kolay çünkü tanıklığınız hikâyeyi oluşturmakta, gerçekçi bir tonu yakalamakta çok yardımcı olacaktır ama öte yandan bu kadar sıcak bir konuyu bir sanatçı duyarlılığı ve objektifliğinin gereği olarak bir adım geriye çekilip resmetmek zor. Film iki adam üzerinden savaşın bitmediğini veya bitemediğini, farklı karakterlerdeki bu iki insanın aynı noktada kilitlenip kaldıklarını zaman zaman hayli yüreğe dokunan bir biçimde aktarıyor seyredene. Bosnalı müslümanlardan biri olan Hasan trajediden kaçışı filme de adını veren arabasının içinde bulmuş gibi. Hâlâ bir çeşit hayalet gibi sürdürdüğü hayatında kendini rahat hissettiği nadir anlar arabası ile ilgilendiği ve onunla çıktığı yolcuklarla geçen zamanlar. Filmin açılışında yönetmen arabasının üzerinde biriken karı temizleyen Hasan’ı arabanın içinden yapılan bir çekimle ve nerede ise arabanın gözü aracılığı ile gösteriyor bize ve böylece hem arabanın filmdeki rolünü vurguluyor hem de seyirciye adını koymadığı bir tedirginliğin de ilk işaretini veriyor. Slavko Stimac tarafından sakin ama çok güçlü bir oyunculukla canlandırılan Hasan yaşadığı trajedinin izlerini içinde tüm sıcaklığı ile yaşarken sık sık görüntüye gelen geçmişteki anıları bir yeri terk etmenin o yerle ilgili anıları geride bırakmaya yetmediğini söylüyor bize. Hasan’ın sessizliği ile tam bir zıtlık içinde olan ve Leon Lucev’in dinamik ve yine çok güçlü bir oyunculukla karşımıza getirdiği Sırp karakter Vuko da Hasan gibi trajediden kaçmak için ABD’ye gelen ve yine o korkunç felaketi içinden atamayan bir adam. İki karakterin çatışması ve sahiplenme kavgası paralel olarak hem Hasan’ın eşi üzerinden hem de araba üzerinden yürüyor ve filmin finaline damgasını vuran da arabanın kendisi oluyor. Bireysel trajedilerini çözemeyen ve filmin de çözebilecekleri yolunda bir umut vermediği iki adam savaşı yeni ülkelerinin toprakları üzerinde de devam ettirerek adeta insanoğlunun geleceği ile ilgili olumsuz bir manifestoya da imza atıyorlar.
Eski pasaportunu koruyan ve örneğin eski ülkesinin parasını hâlâ cüzdanında saklayacak kadar geçmişte kalan Hasan ile Amerika’ya daha kolay uyum sağlamış görünen Vuko’nun seçtiği direnme biçimleri ne kadar farklı olursa olsun, film ikisinin de bir çıkmaz içinde olduğunu söylüyor. Geniş Amerikan topraklarının sonsuza kadar uzanırmış gibi görünen yollarını sık sık görüntüye getiren film bu anları ile karakterlerinin sonsuz bir boşlukta kaybolmuşluğunun görsel olarak da altını çiziyor. Yönetmenle birlikte görüntü yönetmeni Igor Martinovic’i de alkışlamak gerekiyor filmdeki başarısı için. Tüm dış mekan çekimlerinde her bir karenin özenle “yaratıldığı” çok açık. Evet yaratma kelimesini kullanmak gerekiyor çünkü bu anlardaki her bir kare, çekim açılarından renklere, neyin çerçevenin içine girdiğinden neyin dışında kaldığına kadar üzerinde tek tek düşünülmüş havasını taşıyor. Özellikle geniş plan çekimlerde Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerindekine benzer fotoğrafik öğeleri aynen bulmak mümkün. Bu özen bir parça fazla görünebilir belki ama film anlattığı karakterlerini bir yandan evrensel bir konunun, nefretin, sembolleri olarak kullanarak ve diğer yandan da onları özellikle ıssız mekanlarda gösterme tercihi ile içinde bulundukları hayattan sıyırarak “normalin” ötesine taşıyor ve işte bu görüntü tercihleri de bu sembolizmin ve soyutlanmanın anlatımı için doğru bir yöntem olarak görünüyor.
Bir yol filmi karşımızdaki; hem tüm o uzun ve ıssız yolları ile hem de kahramanlarının değişmek için çıktıkları ama hiç bitmeyecek ve hedefine varamayacak gibi görünen yolcukları ile film bir kaçışı, arayışı ve özetle yola düşüşü anlatıyor. Yine de klasik bir yol filminin aksine kahramanlarının değişiminden, gelişiminden söz etmek pek mümkün değil burada. Bu yolculuk tam tersine dışarıya doğru değil içeriye doğru yapılan bir yolculuk ve yolun sonunda da bulunan kendisinden kaçınılan şey oluyor; nefret karakterlerin doğasının bir parçası olmuş çünkü.
Filmin Hasan’ın eşi rolündeki kadını belki iki karakterin çatışmasının objesi olarak belki doğulu dünyayı anlayamayan bir batılının sembolü olarak kullanmak gibi bir amacı olmuş ama yine de zaman zaman film iki kişilik dünya ile kısıtlasaymış çerçevesini, daha iyi olur muydu diye düşünmek mümkün ve hikâyenin karakterlerini sembolü oldukları insanlar ile sınırladığı ve yeterince açıklayıcı olmadığı da ilave edilebilir bu eleştiriye. Tüm bunlar bir yana, film kabuk bağlamamış bir yarayı sargıları açarak gösteriyor bize ve çarpıcı görselliği ile hikâyesini belki fazla özenli ama kesinlikle başarılı bir biçimde anlatıyor. Görülmeli.