Sexy Beast – Jonathan Glazer (2000)

sexybeast

“Bak Don. Ben emekli oldum.”

 

Suç dünyasından elini ayağını çekmiş bir adamın yeni bir soygun için geri dönme(me) hikâyesi.

 

Sinemanın klasik konularından biridir eski bir suçlunun son bir kez bu işlere girişmesi. Genellikle bu son deneme hırstan değil içinde bulunulan koşullardan kaynaklanır ve çoğunlukla da gönülsüzdür. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu ama hikâyenin temel farklılık gösterdiği nokta “içinde bulunulan koşullar düşünülerek alınan bilinçli bir kararın” değil bu kararı almaya başkaları tarafından zorlanıyor olması kahramanımızın. Film de kabaca ikiye ayrılabilir bu açıdan. Zorlama (ikna) ve icraat (soygun).

 

Yönetmen Glazer bu ilk sinema filminde video klip estetiğinin ağır bastığı ve maalesef bunun sık sık dozunun da kaçtığı bir çalışma yapmış. Çarpıcı kamera açıları, hızlı ve koşut kurgu denemeleri, göze batacak kadar üzerinde çalışılmış kadrajlar, yavaşlatılmış çekimler, kulağa hemen yerleşen ve çoğu tanıdık şarkılar. Tüm bunlardan geriye film adına kalanların başında ise öncelikle Don rolündeki Ben Kingsley’in tempolu ve sert ve bir o kadar da çarpıcı oyunculuğu geliyor. Filmdeki aşırılıkların içinde hiç rahatsız edici olmayan nerede ise tek unsur da onun oyunculuğu zaten. Filmin senaryosunu da unutmamakta fayda var. Tahmin edilecegi gibi f… kelimesinin sıklıkla kullanıldığı (Ben Kingsley’in ağzından çıktığında bu kelimenin ne kadar seksi olabileceğini görmek ilginç gerçekten) senaryo ve diyaloglar klip estetiğinin altında ezilmedikleri nadir zamanlarda zaman zaman gerçek bir sinema duygusunu da geçiriyor seyredene.

 

Sanki bir stilistin gövde gösterisi olan film –eğer bu stilist denemeleri sizi yormazsa- çekici gelebilir yine de çünkü ne olursa olsun teknik ustalığın had safhada olduğu bir yönetmenlik söz konusu. Şehrin üzerindeki sevişme sahnesi ve tüm bir açılış sahnesi bu anlamda ustalığın zirvede olduğu bölümler. Keşke yönetmenin Don’un geleceğinin öğrenildiği sahnede bize hissettirdiği tedirginlik duygusu filmin tümüne daha olgun bir sinema dili ile yayılabilseydi diye düşündüm sık sık. Gangster filmlerine içerdiği kara mizah duygusu ile yeni bir estetik getirdiğinden daha rahatlıkla bahsedilebilirdi o zaman. Filmdeki kritik cinayet sahnesinin bana Agatha Christe’nin Doğu Ekspresinde Cinayet romanını hatırlattığını da belirtmiş olayım.

(“Seksî Hayvan”)

Broken English – Zoe R. Cassavetes (2007)

brokenenglish

“Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım ama ne olduğunu bilmiyorum”

 

Doğru erkeği bulamamış olmanın sıkıntısı ve bulamayacak olmanın korkusu ile yaşayan 30’larında bir kadının hikâyesi.

 

Bağımsız filmlerin kraliçesi Parker Posey’ın sürüklediği film öncelikle sinemasal referansları ile dikkat çekiyor. Filmin yönetmeni Zoe Cassavetes bağımsız Amerikan sinemasının benzersiz yönetmeni John Cassavetes’ın ve bu filmde kahramanın annesi rolünde oynayan Gena Rowlands’ın kızı. Erkek kardeşi (Nick) yönetmen, kız kardeşi (Alexandra) ise bir oyuncu. Rollerden birinde karşımıza oyunculuk da yapan ve özellikle Paper Moon ile adını duyurmul olan yönetmen Peter Bogdanovich var. Bir flört başlangıcı denemesinde gidilen sinemada oynayan film Amerikan sinemasının bağımsız ve uyumsuz yönetmeni Nicholas Ray’in “In a Lonely Place” adlı filmi. Tüm bunları göz önüne alınınca kendisi de bağımsız sinema örneği olan bu filmin bu sinemaya bir saygı duruşu içerdiğini söyleyebiliriz.

 

Çaresizce seveceği birini bulma telaşındaki bir New York’lu kadının şanssızlığını, yalnızlığını sorguladığı ve bu sorgulamaya ve doğru aşk arayışına bizi de dahil etmeyi başardığı bir çalışma bu. Posey karakterini -doğru kelime mi bilmiyorum ama- tam bir “hafiflikle” canlandırıyor. Baştaki “yalnız kadının hazırlanma sahnesi”, ters giden tüm randevulardaki şaşkınlığı, panik atak geçirdiği andakikorkusu çok başarılı oynanmış bölümler. Komikliği, zavallılığı ve içtenliği ile sizi yanına çekip macerasına sizi de katan bir karakter bu.

 

Aşk arayışının Paris’te sonlanma ihtimali ve bu rolde Melvil Poupaud’un çizdiği genç Fransız karakteri neyse ki filmi klişe bir Paris romantizmine boğmadan işlenmiş konular. Babası John Cassavetes’ın Love Streams filminde annesi Rowlands’ın canlandırdığı karakter sevgisi ile zaman zaman kızını boğarken bu filmde kahraman diğerleri gibi yalnız kalmamak için seçilen bir birlikteliği değil gerçek aşk büyüsünü arayan bir karakteri anlatıyor ve bu bağlamda bağımsız sinemanın temelde insan ilişkileri ve bu ilişkilerde sevgi ve aşk odaklılığını seçen yapısını tekrarlıyor.

 

Hafif ama özellikle belli anlarında oldukça etkileyici, kendinizi tüm film boyunca kahramanının yanı başında hissedeceğiniz, mutlu son için sizin de çaba göstereceğiniz bir film bu. Belki tek kusuru bir yandan filmi de çekici kılan “hafifliği” ama sonuçta yalnızlık ve aşkın büyüsü üzerine hiç de büyük laflar etmeden sizi de arayışına katabilen bir film kaçırılmamalı.

(“Aşkın İngilizcesi”)

Interview – Theo van Gogh (2003)

interview

“Gerçeğe hizmet etmek için yalan söylüyorsun”

 

Bir politika muhabirinin popüler bir oyuncu ile yaptığı röportajın hikâyesi.

 

Hemen tamamı tek bir oda içinde geçen ve bu nedenle başarısı oyunculuklara, diyaloglara ve yönetmenin becerisine çok bağlı olan ve bu bağlamda bakıldığında da aksamayan bir film. Sinemada pek çok örneği olan bir durum bu; bir oda içinde iki kişi. Birkaç başarılı örnek vermek gerekirse, Joseph Mankiewicz’in Anthony Shaffer’ın oyunundan uyarlanan filmi “Sleuth”, Richard Linklater’ın üç kişi arasında geçen filmi “Tape” gösterilebilir. Bu örnekler dışında da tümü olmasa bile sıradan seyirci için yorucu olabilecek iki kişinin karşılıklı diyaloglarına dayalı uzun bölümleri olan filmler de var. Steve McQueen’in 2008 yapımı filmi “Hunger” uzunca bir bölümünde bir hapishane ortamında karşılıklı bir masada oturarak konuşan bir mahkum ile bir rahibi karşımıza getiren çok başarılı bir filmdi. Tüm bu örnekleri hatırladığımızda -bu tür filmlerin ayakta kalabilmesinin yukarıda saydığımız temel ön şartlarını hatırlayarak- diyalogların bariz bir şekilde öne çıktığını görüyoruz ve diyaloglar doğal olarak  kahramanlarının zekâlarını yarıştırdığı ifadelerle dolu oluyor.

 

Üstteki girişten yola çıkarak bu filme baktığımızda filmin belki çarpıcı bir şekilde olmasa da başarılı olduğunu söylemek mümkün. İstemeden ve küçümseyerek gelinen bir röportajın hikâyesi olan bu film türünün diğer örnekleri gibi çekişme, didişme, zekâ yarışı, itiraf, ironi, baskı ve sürpriz son içeriyor. Karşılıklı sırların ortaya döküldüğü, yaraların deşildiği, rollerin sık sık değiştiği, önyargıların gizlendiği/ortaya döküldüğü ve genelde olduğu gibi üstün görünenin küstahlığına yenildiği bir son.

 

İki oyuncunun da başarılı performans verdiği filmde gerçek hayatta da ağırlıklı olarak popüler TV dizilerinde oynayan bir oyuncu olan Katja Schuurman ve Peter Bokman özellikle bazı bölümlerde zor rollerinin altından başarı ile kalkıyorlar. Bokman’ın “soğuk itiraf” sahnesi veya Schuurman’ın yalanlarla dolu sahneleri gibi.

 

Diyalogların bazen komik anlar da yarattığı, süresi dozunda tutulmuş bir film bu. Bir başyapıt değil kesinlikle ve bir süre sonra filmin nereye gideceğini tahmin etmeye başlıyorsunuz ama yine de seyre değer. Heyecanı “rüya içinde rüya içinde rüya” felsefeleri ile süslenmiş baştan çıkarıcı aksiyon filmlerinde değil de hayatın gerçek savaşlarının geçtiği “ilişkilerin” filmlerinde arayanlar için. Kapanış jeneriğinde filme de gayet uygun bir şarkı ile Dusty Springfield’ı da karşımıza getiriyor.  

(“Görüşme”)

Avanti! – Billy Wilder (1972)

avanti

“La forza del destino. Kader böyle istedi.”

 

Bir Akdeniz ülkesinde yoldan çıkan (veya kendini bulan) zengin bir Amerikalının komik hikâyesi.

 

Billy Wilder’ın bir tiyatro oyunundan ünlü senarist ve pek çok filminde birlikte çalıştığı I.A.L. Diamond ile birlikte uyarladığı sıkı bir komedi var karşımızda. İkilinin diğer filmlerinin biraz gölgesinde kalmış olsa da yönetmenin filmografisinin en başarılı örneklerinden biri bu film. Daha ilk sahnelerinden başlayarak ve Jack Lemmon’ın benzersiz oyunundan da faydalanarak seyirciyi kendine çekmesini biliyor. İlk anından başlayarak arada özellikle romantik sahneleri ile bazen temposu düşer gibi olsa da sonuna kadar yüzünüzde bir gülümseme ile eşlik ediyorsunuz filme. Kimi orijinal oyundan gelen kimi de Diamond’a ait olan espriler gerçekten parlak çünkü.  

 

70’li yıllların Amerikan sinemasındaki değişime bağlı olarak Wilder’ın daha önceki filmlerinde ve o dönemin ana akım sinemasında göremeyeceğiniz “cüretkar” sahneler var filmde. Özellikle Jack Lemmon’dan beklenmeyecek sahneler olduğunu da belirteyim bunların. Benzer şekilde uçakta geçen “eşcinsel bir ilişkiye şahit olduklarını sanan yolcular” bölümü, Ralph Nader’ın ve şüpheli bir suçlama ile Amerika’da idam edilen İtalyan komünist göçmenler Sacco ve Vanzetti’nin adlarının anılması yine o dönemin ruhuna ve Wilder/Diamond ikilisinin tarzına çok uygun.

 

İtalya’ya (başka bir Akdeniz ülkesi de olabilir ama Amerikan sinemasının favorisi İtalya’dır genelde) gelen bir Amerikalının hayatın farklı boyutlarına tanık olması ve elbette bir Akdenizliye aşık olması ve ardından gelen mutlu son bu sinemanın favori konularından. Bu film de benzer bir tema üzerinden gidiyor. Gerçi aşık olunan bir İngiliz ama onun zaten bir Akdenizli ruhuna sahip olduğunun sürekli altını çiziyor senaryo. Bu tema elbette beraberinde öngörülebilecek gelişmeler (Amerika’daki koşuşturmadan sıkılıp Akdenizli sakinliğine aşık olunması, mutlu yerel insanlar vs.) ve öngörülebilen bir son getiriyor ama Wilder’ın ustalığı tüm bunlara rağmen filmini çekici ve farklı kılmayı başarması. Bu da önemli bir başarı çünkü filmde önyargılı bakıldığında klişelerden geçilmediğini de söylemek mümkün. Yukarıda belirttiklerime ilave olarak nefis bir butik otel, İtalyan romantizmi, uzun öğle tatili yapan “tembel” Akdenizliler, püriten Amerikan ahlâkı ile Akdenizli rahatlığının çelişmesi ve elbette turistik görüntüler. Filmin başarısı tüm bu tanıdık unsurlardan yeni bir film çıkarılabilmesinde yatıyor. Wilder/Diamond işbirliğinin yanında çoğu başarı ile çizilmiş ve oynanmış yan roller, başta belirttiğim cüretkarlıklar (Love Story filmine giren kalabalık rahibe grubu gibi) ve anlaşılan Akdeniz ikliminin de katkıda bulunduğu rahat anlatımın da ciddi payı var.

 

Elbette neden etrafta yoksulluk olmadığını, böylesine bir mutluluk diyarını bırakıp neden Amerikan vizesinin peşinde koşan İtalyanların olduğunu sorgulamayacaksınız. Hollywood’un böyle bir derdi yok. Hikâye güzel, kahramanlar güzel, para sıkıntısı yok, romantizm dorukta. Bu durumda elbette hikâye bir cennette geçmeli, öyle değil mi?   

(“Dokunma Gıdıklanırım”)