Le Jour où Dieu est Parti en Voyage – Philippe Van Leeuw (2009)

lejouledieuestpartienvoyage

“Neden hiç konuşmuyorsun?”

 

Ruanda’da 1994’te yaşanan ve kesin olmamakla birlikte yaklaşık 1 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan katliamın kişisel bir hikâyesi.

 

Su kenarında huzur ve sevgi dolu bir anne ve çocuklarının görüntüsü ile başlayan film şelalenin hızlanması ve çıkardığı gürültü ile sembolize edilmiş bir katliam ile devam ediyor. Katliamda çocuklarını yitiren bir kadının (Ruth Nirere) yalnızlık, sağ kalma iç güdüsü, aklını yitirme, meydan okuma ve pes etme arasındaki gidiş gelişlerini oldukça kişisel bir hikâye gibi ve nerede ise katliamı doğrudan hiç göstermeden oldukça etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu.

 

Diyaloğu minimum seviyede tutan ve kapanış jeneriğine kadar müziğin hiç kullanılmadığı filmde uzun ve sessiz planlar, bakışlar ve bir doğada hayatta kalma mücadelesinde olabilecek her şey var. Bu “survivor” hikâyesi televizyon şovlarından çok farklı elbette. Sadece sesini duyduğu bir katliamın dehşetini yaşayan tavan arasında saklanmış bir kadının yüzündeki dehşet, basit ama gerçekçi ve o derece de etkileyici yağma sahnesi ve sessiz çığlıklar filmin havasındaki tedirginlik ve dehşet duygusunun hiç kesilmeden ve giderek artmasını sağlıyor. Kadının sessizliği ile ormanda karşılaştığı ve katliamdan yaralı kurtulan adamın (Afazali Dewaele) ısrarlı diyalog çabası filmde gerilimi artıran bir tezat oluşturuyor ve adam duygularını ne kadar korumaya çalıyorsa kadın o derece tüm duygularından arınmış bir şekilde yaşıyor. Doğadaki hayatta kalma sahneleri Afrikalıların Batılı güçlerce dönüştürülmeden önce doğa ile basit ve barışık bir hayat sürdükleri zamanlara bir gönderme olarak alınabilir diye düşünüyorum.

 

Ruanda katliamını anlatan diğer pek çok filmin aksine katliama değil katliamın bir birey üzerindeki yıkımına odaklanan film, başta yer alan kaçan beyaz aile bölümü ile bu katliamın tarihsel planındaki asıl sorumlusu olan Batılıların katliamdan sağ kurtulmasını resmederek ciddi bir eleştiri de getiriyor.

 

Filmdeki karakterlerin Fransızca konuşmasının rahatsız ediciliğini kenara koyarsanız, tarihteki en trajik olaylardan birinin bu etkilimi anlatımından çok etkilenebilirsiniz. Kadının biri sonda olmak üzere iki kez kalkıştığı “meydan okumayı”, içerdiği yılgınlığın yanısıra bir bireyin anlayamadığı bir kötülüğe karşı kendini ateşe atarak tepki vermesi olarak görmek mümkün.

 

Bağırmadan çok şey anlatılabileceğini, insanın ne derece sefil olabileceğini, emperyalizmin sömürü düzeninin insanları hangi noktalara götürebileceğini ve kadın oyuncunun çok basit ama bir o kadar olağanüstü oyununu görmek ve insan olmak üzerine tekrar düşünmek için.

(“The Day God Walked Away” – “Tanrının Gittiği Gün”)

Fast Food Fast Women – Amos Kollek (2000)

fastfoodfastwomen

“Ben iyimser biriyim.”

 

Çok karakterli bir New York hikâyesi. Her yaştan, her cinsten karakterler; aşık oluyorlar, tereddüt ediyorlar, arıyorlar, karşılaşıyorlar vs.

 

Bu kalıba uygun ve belli bir çizginin üzerindeki tüm filmlerden ne beklenebilirse bu filmde de o var. Böyle bir film New York’ta geçiyorsa elbette çılgın karakterler olacak, elbette aşk olacak, elbette bir hafiflik, bir iyimserlik olacak. Tüm bunlardan geriye ne kalıyor? Belki çok fazla bir şey değil ama yine de her ne kadar zaman zaman yeterince işlenmemiş olsa da geriye hoş anlar ve ilginç karakterlerin izleri kalabilir.

 

Popüler sinemanın anlaşılır nedenlerle görmezden geldiği “yaşlı aşklar” bu filmde ağırlıklı bir yere sahip ve üstelik  sadece kendi aralarında değil gençlerle de aşk yaşıyorlar.

 

İhtiyacı olmayan ama garsonluk yapan bir kız, kekeleyen bir Polonyalı hayat kadını, yazar olmaya çabalayan bir taksi şöförü, hayattan son bir tat almaya çalışan yaşlı karakterler, New York’tan söz ettiğimize göre elbette bir “Woody Allen”, ilişkiler üzerine konuşmalar, korkular, itiraflar ve umut. Elbette mutlu son.

 

Bir parça daha uzun olsa rutinliğe kapılma tehlikesi yaşayacak olan, bazen “sevgili karakterlerim, ben sizi kabaca çizdim, siz de hikâyeyi oluşturun” denip kendi haline bırakılmış gibi görünen, zaman zaman tiplerin uçarılığına sığınan bir çalışma. Kadın karakterlerin daha uçarı olması nedeni ile belirlenmiş olsa gerek filmin adı. Kısaca, “New York state of mind” tarzı çok karakterli filmlere bir diğer örnek.

 

(“Hızlı ve Dişi”)

El Niño Pez – Lucía Puenzo (2009)

elninopez

“Suyun soğukluğu bir türlü gitmedi, seninle tanışana dek”

 

Zengin bir Arjantinli ailenin kızı (Inés Efron) ile evdeki Paraguaylı hizmetçi genç kız (Mariela Vitale) arasındaki aşk, tutku, bağlılık hikâyesi. Yönetmen Lucia Puenzo bir önceki filmi XXY’de olduğu gibi yine farklı bir aşkın peşinde ve bu kez kendi kısa romanından uyarlamış filmi.

 

Filmin öncelikle tek bir olumlu karakter bile içermediğini, her karakterin mutlaka bir olumsuz yanının vurgulandığını belirtmek gerekiyor. Filmin anlatım biçimi, çekimler, karanlık sahneler de eklenince bu duruma filmde zaman zaman belirmeye çalışan mutluluk anlarının üzerine kalın bir perde çekiliyor. Hizmetçi kızı şu ya da bu biçimde taciz etmeyen yok gibi ve bunu bir alt-üst sınıf ilişkisi ile açıklamak da mümkün değil. Bir ara bir “The Servant”, sonra “Teorema” beklentisi yaratıyor ama film çok başka yerlerde alıyor soluğu. Filmin sonundaki “gençler yozlaşmış güçlere dersini verir bölümü” senaryodaki açıkları kapatmak için eklenmiş gibi ve filmden çok farklı havası olan sahneler.

 

XXY’deki incelik ve hüzünden maalesef hayli uzağa düşse de filmi çekici kılabilecek unsurlar var yine de; Mariela Vitale’nin çok başarılı oyunu, altını kalın çizgilerle çizmeden de sınıf farklılıklarını anlatabilme becerisi, son yılların belli bir çizginin üzerindeki hemen tüm İspanyol ve Arjantin filmlerinde olduğu gibi geçmişin karanlık politik izlerine dokundurmalar (darısı Türk sinemasının başına) vs.

 

Geçmişin gizemleri, yozlaşma (her anlamda), aşk, tutku, melodram ve gerilim arasında gidip gelen film belki bunların birine odaklanmış olsaydı daha parlak bir sonuç alınabilirdi. Çok az film çeken ama bunların arasında Arjantin tarihindeki acıları olağanüstü bir başarı ile dile getirdiği “La Historia Oficial” gibi bir başyapıt bulunan Luis Puenzo’nun kızı olan Lucia Puenzo’nun bundan sonra çekeceği ve farklı duyarlılıkları anlatan filmlerini beklemek gerekiyor. XXY ile bize ne müthiş işler çıkarabildiğini gösterebilmiş bir isim sonuçta.

(“The Fish Child” – “Balık Çocuk”)

Happy-Go-Lucky – Mike Leigh (2008)

happy-go-lucky

“- Onları sevmeliyiz değil mi?  – Evet. Yoksa öldürürsün”

 

Londra’da 30 yaşında bekâr bir kadın öğretmenin, mutlu olma ve mutlu etme hikâyesi. Festivallerden ve özellikle film eleştirmenleri kuruluşlarından başta kadın oyuncusuna (Sally Hawkins) ait olmak üzere sayısız ödül almış bir film.

 

Hawkins’in canlandırdığı (aslında yanlış bir kelime bu; “zaten o olduğu” daha doğru bir ifade) öğretmenin film boyunca süren ve sadece çok kısa ve o da başkalarının mutsuzluğunu aşmaya çalıştığı anlarda kesilir gibi olan mutluluğunun filmde başka özel bir hikâyeye gereksinim duymadan bu derece başarılı ile resmedilmesi senaryoyu da yazan yönetmen Mike Leigh’in başarısı en temelde. Kahramanın mutluluğunun sembolleştirildiği sahneler tam bir doğallık içinde akıp gidiyor; açılışta “bisikletinin üzerindeki özgür ve mutlu kız”, yine baştaki kitapçı sahnesi, spor seçiminin trambolinde zıplamak olması. Onunla tam bir zıt ruh halinde yaşayan sürücü hocası (Eddie Marsan) yarattığı bu tezat ile senaryonun anlatmak istediklerini daha da vurguluyor. Bu zıtlığı her ikisi de öğretmen olan bu insanların işlerini yapış şekilleri üzerinden de okumak mümkün.

 

Yukarıda da belirtttiğim gibi, kahramanın mutluluğunun kesilir gibi olduğu anlar insanların mutsuzluklarından duyduğu şaşkınlığı hissettiğimiz zamanlar; çocukların zalimliği, sıradan insanların öfkesi. Bu anlarda sanki uzun bir süre önce başka bir gezegenden gelmiş ve hâlâ dünyadaki bu mutsuzluklara şaşıran bakışlar ile bakıyor etrafına ve mutluluğun mu yoksa mutsuzluğun mu doğal olduğu sorusu ile başbaşa bırakıyor bizi.

 

Daha önce “Naked”, “Secrets&Lies” gibi çok başarılı filmlerinde de senaryoyu kendisi yazan Mike Leigh, bu filmde de bir kez daha tam bir senaryo ustası olduğunu ve oyuncularından doğaçlama yolu ile olağanüstü sonuçlar alabildiğini gösteriyor. Filmi seyrederken sözlerin oyuncuların kendi sözleri olduğunu, ezberlenmiş cümleler olmadığını hissediyorsunuz ve bu doğallık sizi içine alıyor. Yan roller de (başta ev arkadaşı rolündeki Alexis Zegerman olmak üzere) dahil olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun bu doğallığın parçası olması filmi keyifli kılan bir başka unsur.

 

Konusuna bakınca Amerikan sinemasının sık sık üretip piyasaya sürdüğü “kendini-iyi-hisset” filmlerinden olduğunu düşünebilirsiniz ama  “Happy-Go-Lucky” çok daha başka ve üst bir sınıfa ait. Karakterlerinin doğallığına aşık olacağınız, mutsuz olmanızın belki de size suç işlediğinizi düşündürteceği bir parlak sinema örneği. Mutlu olmak ve mutlu etmek için yanlış anlaşılma, kötüye kullanılma riskini almalıyız, evet. Yoksa “ölürüz” diyen bir film.

(“Daima Mutlu”)