“Ağabey, doğruyu söyle, neden? Neden yarış atlarını çalıp geceleri deli gibi at sürüyorsun?”
Bir Kırgız efsanesine inanan ve geceleri yarış atlarını çalarak onları serbest bırakan bir adamın hikâyesi.
Kırgız sinemacı Aktan Arym Kubat’ın yönettiği ve senaryosunu da -Ernest Abdyjaparov’un katkısı ile- yazdığı bir Kırgızistan, Almanya, Hollanda ve Fransa ortak yapımı. Bir Kırgızistan atasözü olan “At, insanoğlunun kanatlarıdır” ile başlayan film halkının birlik içinde olduğu eski günlerin özlemini duyan ve o günleri de atlarla olan dostluğa borçlu olduklarını düşünen bir adamın hikâyesini anlatıyor bize. Kubat’ın yalın sinema dili ve alçak gönüllü hikâyesi naif denebilecek bir sinemanın örneğini getiriyor karşımıza. Farklı kültürler ve coğrafyalardaki insanların hikâyelerini anlatan filmlerden hoşlananların özellikle ilgisini çekecek olan çalışma bu yılki ödüllerlede Kırgızistan’ın Oscar’a ülkenin adayı olarak gösterdiği film olmuştu. Başrolü de üstlenen Kubat, aralarında amatör oyuncuların da bulunduğu kadrodan filmin ruhuna uygun sade ve doğal oyunculuklar almayı başarmış ve ortaya günümüz sinemasının tüm gürültüsünden uzak ve küçük insanları anlatan o sıcak filmlerden biri çıkmış.
Sinema dilinde bir yenilik yok ve bir başyapıt da değil bu film kuşkusuz ama günümüz Kırgızistan sinemasının en önemli ismi olduğunu söyleyebileceğimiz ve daha önce üç filmi daha ülkesinin Oscar adayı olan Aktan Arym Kubat’ın bu çalışması seyrettiğinizde içinizi bir sıcaklık duygusunun kapladığı ve içerdiği trajediye rağmen ve hüzünle karışık da olsa mutlu olduğunuz bir film. Kendisinden genç ve sağır dilsiz karısı ve küçük çocuğu ile birlikte yaşayan naif bir adamın hikâyesini anlatan film, bu adamın bir yandan bir problemi olmadığı halde konuşmayan çocuğuna yardımcı olmaya çalışmasını ve yaşadığı köyün halkı ile ilişkilerini, diğer yandan onun Kırgız toplumunda kaybolduğunu düşündüğü birliği tekrar geri getirmeye çalışmasını anlatıyor bize. Kırgızların güçlü ve birlik içinde olduğu zamanlarda atlarla insanların arkadaş olduğunu ve insanların atlara hükmetmeyip onlarla bütünleştiğini anlatan Kırgız efsanesini ayakta tutmaya çalışıyor bu sıradan görünümlü adam. Ne var ki hızla değişen ve geleneklerinden kopan bir toplumda zor bir iş bu ve adamın hem bu yöndeki çabası hem de diğer başka yüce gönüllü davranışları yanlış anlaşılıyor ve cezalandırılıyor.
Film toplumsal değişimin göstergelerinden biri olarak dinin konumunu da gösteriyor hikâye boyunca. Türbanlı bir kadının çocukları (bu çocukların bir kısmı da türbanlı) ile bir köprü üzerinden yürürken karşıdan yabancı bir erkeğin geldiğini görünce köprünün ortasından geri dönmesini herhangi bir vurguya dayanmadan ama net bir şekilde gösteriyor bize; bir başka ifade ile söylersek bir eleştiri kaynağı yapmıyor bunu doğrudan ama toplumdaki değişimin bir göstergesi olarak gösterme gereği hissediyor. Dinle ilgili ve daha eleştirilel bir unsuru daha var filmin: “Müslüman misyonerler”. Halkı ısrarla ve sürekli olarak camiye çağıran cübbeli adamları, bu adamların köyün zengininden hacca gidebilmeleri için masrafları karşılamalarını istemesini ve aynı adamların zengin adamın karşılık olarak, çalınan atının bulunması için dua etmelerini istediğinde bunu kabul etmelerini ve bu cemaatin kahramanımızın şimdi cami olan ama eskiden sinema olarak kullanılan binada film göstermesi üzerine makinist odasının kapısını kilitlemelerini gösteren film bir başka sahnede bu adamları çok net bir biçimda halkla, özellikle da kadınlarla karşı karşıya getiriyor. Kadınlar kendilerini başlarını örtmeye çağıran bu grubu insanların beyinlerini yıkamakla suçluyor. Kahramanımızın yarıda bıraktığı ve acemice kılmaya çalıştığı namaza tanık olduğumuz sahneyi de ekleyebiliriz bunlara. İşte kaynağını dinden alan bu değişime de pek sıcak bakmıyor kahramanımız ve filmin kendisi, bunu özellikle sert bir biçimde vurgulamasa da.
Film sinemaya, özellikle Kırgız sinemasının büyük ismi Tolomush Okeyev’e ve onun 1975 yapımı “Krasnoe Yabloko – Kızıl Elma” adlı eserine ve daha genel olarak sinema sanatına da bir saygı gösterisi aynı zamanda. Filmin afişi kahramanımızın evinin duvarında asılı ve filmden bir sahneyi de (iki karakterin ata bindiği bir sahne bu) seyrediyoruz hikâyenin içerik ve akışına hayli uygun bir biçimde. Adamın kendisine aşık bir kadınla olan sahnesinde de köyde filmlerin gösterildiği eski güzel günlerden ve kadının çok sevdiği bir Hint filminden bahsedilmesine tanık oluyoruz. Filmin trajik finalinden hemen önce kahramanımızın bir sinema filmi kutusunu yanında götürecekken vazgeçip kutuyu içindekinin ne olduğu hakkında fikirleri yok gibi görünen tanımadığı iki gence bırakması da değişen veya kahramanımızın ifadesi ile söylersek “Kanatlarını, ruhunu yitiren” toplumda kaybolan bir başka öğeyi, sinemayı hatırlatıyor.
Küçük bir mizah havası da olan film kimilerine göre hikâyesi ile de fazlası ile küçük görünebilir ve belki öyle de. Ne var ki yalın bir sinema dili ile insanları, bizleri anlatan; vurucu finali ile duygulandıran; karakterlerine hep anlayışla yaklaşan ve onları anlamaya/anlatmaya çalışan bu samimi film kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Bittiğinde sizi duygularınızla ve anlatılanlarla ilgili düşüncelerle baş başa bırakan bir film olmasını da eklemeli filmin artılarına kuşkusuz. Filmin ve kahramanımızın adının Yunan mitolojisindeki “Centaur”dan geldiğini ve bu yaratığın başı ve belden yukarısı insan, vücudun geri kalanı at olan bir canlı olduğunu söyleyelim bu arada. “Tulpar” adındaki ve at ile avcı kuş karışımı olan kanatlı atın Kırgızistan devletinin sembolünde yer almasının da gösterdiği gibi atın önemli olduğu bir kültürden gelen bu film, görüntü yönetmeni Khasan Kydyraliyev’in geniş düzlükleri başarı ile yakalayan çalışmasının da zenginleştirdiği görülmesi gerekli bir çalışma.