“Bizi kandırmışlar. Cennet yok. Tanrı’nın küçük bir ofisi var orada sadece. Önünde de her zaman uzun bir kuyruk var”
Slovakya’da toplumdan dışlanan çingenelerden biri olan gencin aşk, büyüme ve hayatta kalma mücadelesinin hikâyesi.
Slovak yönetmen Martin Sulík’ten kendi ülkesinde geçse de dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan türden bir dışlanmış insanlar hikâyesi. Film Şekspir’in “Hamlet” oyunundan esinleniyor ama fonda benzer bir hikâye anlatırken yaşadıkları toplumun parçası olamayan, olmalarına izin verilmeyen insanlara dair çok güçlü bir dili olmasa da kimi anlarında etkileyici olmayı başaran bir hava tutturuyor. Sulík’in bu çalışması sık sık iyi ile kötülerin çatışmasına dönüşürken, sorunun politik, toplumsal ve ideolojik boyutlarını aktarmakta yetersiz kalıyor.
Özellikle Avrupa’da son yıllarda yapılan seçimlerde düpedüz ırkçı söylemleri olan partilerin gösterdiği korkutucu yükselişin izlerini taşıyan bir film bu. Hemen tamamı amatör oyuncularla gerçekleştirilen film bu izlerin üzerini Hamlet’ten esinlenen trajik tonlar ile örtüyor zaman zaman ve hikâye “beyazların” ve çingenelerin iyi ve kötüler olarak ikiye ayrıldığı bir alışıldık havaya bürünüyor. Oysa film mekanların da etkileyiciliği ve özellikle kameranın çingene mahallesinden saptadığı belgesele yakın görüntüleri ile daha derin bir içeriğe sahip olabilirmiş hissini geçiriyor seyredene. Senaryonun yaptığı saptamaların, olan bitenin bir sınıf meselesi olduğunu unutturan ve karakterlerin meselesi haline dönüştüren bir hal alması da benzer şekilde filmin zayıf yanlarından birini oluşturuyor. Kameranın yoksulluğu, kavgaları ve etrafta koşuşturup duran çocukları ile karşımıza getirdiği mahalle görüntüleri öteki olarak görülüp dışlanan insanların daha vurucu ve dolu bir hikâyesine eşlik edebilseymiş film çok daha farklı noktalara ulaşabilirmiş.
Bu kusurların yanında film, alttan alta hep hissettirdiği trajik yanına rağmen aşk hikâyesinde gereksiz romantizmden kaçınması ve yakalamayı başardığı gerçekçilik duygusu ile yine de ilgiyi hak ediyor. Egzotizmden uzak duran tavrı veya örneğin kimi Kusturica filmlerindeki sirk gösterisindeymişçesine hareket eden karakterlere başvurmaması da filmin artılarından biri. Finalde baş karakterin çıkışsızlığını ve hatta teslimiyetini anlatan son görüntüler de filmin gerçekçiliğinin ve tam da buna bağlı olarak oluşan etkileyiciliğinin bir örneği oluyor ve seyredenin ağzında “huzursuz” bir tat kalmasını sağlıyor ki bu da kesinlikle filmin başardıkları arasında yer alıyor. Ayrıca trajik bir yanı olan filmin karakterlerine büyük laflar söyletmeden veya onları birer kahraman gibi göstermeden hikâyesini anlatabilmesinin bir başarı olduğunu da teslim etmek gerek. Baş roldeki Jan Mizigar’ın güçlü oyununu ve yönetmenin akıllıca bir tercih ile çeşitli sahneler arasında geçiş için onun etkileyici yüz ifadesini kullanması da filmin akılda kalan yönleri arasında yerini alıyor.
Benzeri filmlerin usta yönetmenleri Dardenne kardeşlerin eserleri kadar güçlü değil belki ama “Cigán” gerçekçi tonu, Mizigar’ın etkileyici yüzü ve günümüz dünyasının pek çok yerinde karşımıza çıkan ırkçılık, ötekileştirme ve yoksulluk manzaralarını karşımıza getirmesi ile ilgi gösterilmesi gereken bir film.
(“Gypsy” – “Çingene”)