Cry of the Banshee – Gordon Hessler (1970)

“Mezar taşında “ateşle doğan ateşle ölür” yazıyor; ne anlama geldiğini bana sorma”

16. Yüzyıl İngiltere’sinde kötü kalpli bir lord ile cadıların mücadelesinin hikâyesi.

Düşük bütçeli korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan American International Pictures (AIP) şirketinden Vincent Price’ın da kadrosunda olduğu bir korku filmi. Price’ın son gotik korku filmi de olan çalışma, zayıf senaryosu ve vasat oyunculukları ile AIP’nin sinema tarihine geçen eserlerinden biri değil. Korkutmayan ama korkutamamanın neden olabileceği komediden de uzak olan film yine de Price’ın varlığı ile ve özellikle ne olursa olsun yeter ki korku unsurları içersin diyenler için ilgi çekici olabilir.

Edgar Allan Poe’ya ait olduğu kanıtlanmamış bir şiir ile başlayan filmin açılış jeneriklerini sonraki yıllarda ünlü Monthy Python komedi grubunun üyesi olacak ve aralarında “Brazil” ve “The Fisher King” adlı çalışmaların da bulunduğu filmleri yönetecek olan Terry Gilliam hazırlamış. Filmin gizli bir başka sürprizi de günümüzün ünlü oyuncularından olan ve bu film ile 24 yaşında ilk kez sinema dünyasına adım atan Stephen Rea’nın çok küçük bir rolde köylülerden biri olarak görüntüye geliyor olması. Sinefiller için ilginç olabilecek bu detaylar bir kenara bırakılırsa Kraliçe Elizabeth’in yönetimindeki İngiltere’de 16. Yüzyıl’da geçen hikâyenin pek elle tutulur bir yanı yok aslında. Kapanış jeneriğinde oyuncuların isimleri canlandırdıkları rollere göre üç ayrı grupta yer almış: Düzenin kurucuları/sahipleri, cadılar ve köylüler. İlk grubu ikiye ayırmak mümkün aslında; lord ülkeyi yöneten zengin aristokratları, rahip ise yönetimin diğer ayağı olan kiliseyi temsil ediyor filmde. Peki film kapanışta yaptığı bu gruplamayı hikâyesine anlamlı bir şekilde yansıtıyor mu sorusunun cevabı ise hayır maalesef. Bu üçlü ayrımı yapan senaryonun bir sınıfsal analiz yapmak derdi yok kesinlikle.

Senaryonun bir başka sıkıntısı ise tüm karakterlerini bir yandan masum bir yandan da kötü olarak göstermesi ve seyircinin de kafasını karıştırması. Köylüler bir yandan ezilen konumunda ama öte yandan acımsız bir lincin de peşindeler sürekli. Lord cadılara inanmayan ve bilimsel bir bakış taşıyan bir adam ama bu durum onun yargısız infazlarına ve hatta işkencelerine engel değil. Lord’un karısı ise hem cadıların korkusundan aklını yitiren bir masum hem de üvey oğlunun cinsel tacizinden ekrana gelen yüz ifadesinden anlaşıldığı kadarı ile pek de şikayetçi olmayan bir kadın. Lord’un kızı ise belki de elle tutulur tek masum görünümlü karakter ama o da seviştiği seyisin kucağındaki sevimli bir tavşanı ilk gördüğünde aklına gelen akşam yemeği için pişirmek oluyor onu!. Cadılar da hem katledilen hem de acımasız intikam duyguları olan yaratıklar. Hikâyedeki bu kafa karışıklığında seyreden olarak ne tarafta duracağınızı belirleyemiyorsunuz doğal olarak. Adeta akla gelen her şey bir şekilde kendisine filmde yer bulmuş ama senaryo bu “şeylere” nasıl yaklaşacağını daha sonra toparlayamamış gibi görünüyor.

Yönetmen Gordon Hessler’ın pek de yaratıcı olmayan mizansenlerinin yanında filmde rol alan hemen tüm kadın oyuncuların göğüslerini en az bir kez gösterme gibi biraz ucuz tercihlerini ve cadıların ayinindeki oyuncuların acemiliklerini de düşününce filmin sınavı geçemediği açık. Lord filmindeki Vincent Price diğer pek çok filminin aksine abartılı oyundan en uzak durduğu performansını sergiliyor ama diğer oyunculuklar ile birlikte değerlendirince onun bu “ciddi” yaklaşımı da sadece ayrıksı duruyor hikâye boyunca. Quentin Tarantino’nun neden sevdiği açık bu filmi; tıpkı onun filmleri gibi basit, hafif erotik ve şiddetten nasibini almış bir çalışma bu. Yine de genellikle jeneriği ile sınırlı kalsa da sınıfsal yaklaşımı, Vincent Price’ın varlığı ve yormayan sıradanlığı ile ilgisini çekebilir kimilerinin.

(“Cadının Çığlığı”)

(Visited 99 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir