“Ya bu suçu, bu cinayeti işleyen bir pedofil değil de, çaresiz ve yalnız bir insansa…”
On üç yaşındaki bir kız çocuğunun tam 23 yıl önce bir genç kızın öldürüldüğü yerde kaybolması sonucu, geçmişte işlenen ve aydınlatılamayan cinayetin taraflarının yaşadıklarının hikâyesi.
Alman yazar Jan Costin Wagner’in “Das Schweigen” adlı romanından Baran bo Odar’ın uyarladığı ve yönettiği bir Alman yapımı. 1986’da bir genç kızın tecavüz edilerek öldürülmesini göstererek açılan film, daha sonra 23 yıl sonrasına geçiyor ve bu cinayetin işlendiği yerde kaybolan bir genç kızın akıbeti araştırılırken geçmişte kalan sırların ortaya çıkmasını anlatıyor bize. Biri tedirgin diğeri kendine daha güvenli ve sert iki pedofilinin işlediği suçun bir benzerinin 23 yıl gibi çok uzun bir süre sonra tekrarlanması polisleri şaşırtırken, 23 yıl önceki cinayetin tarafları da unutamadıkları bu olayın etkilerini tekrar yaşamaya başlıyorlar. Baran bo Odar hassas ögeleri olan bu hikâyeyi ilgi çekici bir biçimde anlatıyor ve hemen tüm karakterlerinin bir şekilde yaralı olduğu filmini gerilimli kılmayı başarıyor. Fazla sayıdaki karakterinin hemen tümünü hikâyesini anlatmaya soyunan (ve zaman zaman belki de bu nedenle zorlanan) film bir suçun araştırılması hikâyesi, pedofilinin o hastalıklı sapkınlığını çarpıcı biçimde önümüze getiren bir çalışma ve iyi oynanmış ve aksamayan bir dil ile anlatılmış bir eser olarak görülmeyi hak ediyor.
Baran bo Odar, filminin senaryosunu yazarken ve bir yönetmen olarak atmosferini oluştururken Joon-ho Bong’un 2003 tarihli müthiş filmi “Salinui Chueok – Cinayet Günlüğü”nden esinlendiğini söylüyor. Rahatça bir başyapıt diyebileceğimiz bu Güney Kore filmi kadar üstün bir başarı göstermiyor bu film belki ama hikâyesini kesinlikle ilgiyi üzerinden hiç eksik etmeden anlatmayı başarıyor. Görüntü yönetmeni Nikolaus Summerer ile birlikte filmin hazırlıklarını sürdürürken bol bol western filmi seyretmiş bo Odar ve bu yolla filmini görsel atmosferi açısından alışılan türden bir gerilim filminden farklı kılmaya çalışmış. Açıkçası görsel açıdan bu hedefini yakalamış da film ve kimi kamera açıları bize zaman zaman tragedya havalı bir westerni çağrıştırıyor. Michael Kamm ve Kris Steininger’e ait olan müzik de içerdiği gerilim havası, belki daha doğru olan bir ifade ile söylersek tedirgin melodileri ile yönetmenin yaratmayı hedeflediği atmosferin oluşmasına katkı sağlıyor. Zaman zaman başvurulan yavaşlatılmış görüntüler de -her zaman gerekli görünmese de- destekliyor bu atmosferi.
Filmin önemli ama aynı zamanda eleştiriye de açık olan bir yönü var. Tüm karakterleri yaralı/tuhaf bir film var karşımızda; bu durum, evet bir yandan filmin “kara hava”sını güçlendiriyor ama öte yandan bu havada bir zorlanmışlık görüntüsüne de neden oluyor. Biri geçmişte karıştığı iğrenç eylem ve bastırmış göründüğü ama içinde hep yerini koruyan sapkınlığı ile tedirgin, diğeri aynı eylemin asıl faili olan ve hayatını hiçbir şey olmamış gibi sürdüren iki pedofil; 23 yıl önce kızını kaybetmiş olmasının neden olduğu travmayı ilk günkü gibi yaşıyor görünen bir anne; karısını altı ay önce kanser nedeni ile kaybeden ve ciddi bir psikolojik bunalım içinde olan bir polis (bir sahnede karısının geceliğini giydiğini de görüyoruz); söz konusu eski cinayet vakasını çözememiş olmanın mutsuzluğu ile emekli olan ve oğlu akıl hastanesindeki bir başka polis veya en azından fiziksel bir zayıflığın işareti ile olan hamileliği ile bir başka polis vs… Açıkçası bir hikâyeye bu kadar yaralı karakteri toplamanın ağırlığı -zaman zaman olumlu anlamda olsa da, çoğunlukla olumsuz anlamda- kendisini gereğinden fazla hissettiriyor. Bu karakterlerin her zaman anlam veremediğiniz ve hikâyenin akışı için de mutlaka gerekli görünmeyen davranışlarını da eklerseniz, bu ağırlık daha da artıyor. Psikolojik olarak tamamen dağılmış görünen bir polisin görevine dönmesine izin verilmesi örneğin, hikâyenin dramını artırmaya yaramış ama gerçekçiliğe de zarar vermiş bir bakıma. Timo karakterinin tüm o tedirgin ve zayıf hâli ile iki çocuklu ve en azından görünürde mutlu bir aile kurabilmiş olması veya polisin bir pedofilin bilgisayarına rahatça girebilmesi de çok gerçekçi görünmüyor. Baran bo Odar’ın, iki pedofilin olduğu bir hikâyede oyun oynayan çocukları ve üstelik de zaman zaman yavaşlatılmış görüntülerle göstermesi de bir parça gereksiz bir provokasyon sanki.
Filmin; öldürülen genç kızın, kaybolan yeni kızın veya Timo karakterinin ailesinin hikâyelerinin tümünü birden anlatmaya soyunmak yerine daha sade bir yapıyı tercih etmesi çok daha akıllıca olurmuş açıkçası ama bu ve yukarıda belirtilen diğer problemlere rağmen Baran bo Odar filmini görselliği ile metnini uyumlu kılmayı da başararak kesinlikle çekici bir sonuca ulaştırmış. Hikâyenin tüm karakterlerinin bir ölümün acısını taşımak veya bir ölümü araştırmak gibi temalarla çevrili olduğunu düşünürsek, ölümün kendisinin bir ortak tema olarak yer aldığını söyleyebileceğimiz filmde, senaryonun onca farklı karakterin hikâyelerini birbirine akıllıca bağlayabilmiş olması da dikkat çekiyor ki bu başarı hikâyenin dağılıp gitmesini de önlüyor kesinlikle. Bir cinayet soruşturmasını bürokratik mekanizmaları üzerinden değil, psikolojik boyutları ve tarafların travmaları ile anlatan bu film, başta 23 yıldan beri bir yarayı içinde taşıyan anne rolündeki Katrin Saß olmak üzere tüm oyuncularının sıkı performansları ile de ilgiyi hak eden bir çalışma şüphesiz.
(“The Silence” – “Büyük Sessizlik”)