“Bacaklarıma ne yaptınız? Bacaklarıma ne yaptınız?”
Bir balina eğitmeni ile yoksul bir işçi adam arasında başlayan ve kadının geçirdiği trajik bir kaza sonucu farklı bir yön alan ilişkinin hikâyesi.
Craig Davidson’ın aynı adlı hikâye kitabından uyarlanan bir Fransa – Belçika ortak yapımı. Senaryosu Thomas Bidegain ve Jacques Audiard tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim de Audiard olmuş. Kolayca abartılı bir trajediye dönme potansiyeli olan bir hikâyeyi seyircinin gözünden yaş getirmeye çalışarak değil, onu iki kahramanının duygularını paylaşmaya çağırarak anlatmayı tercih eden film gerçekçi tavrı ve zarif dili ile dikkat çekiyor öncelikle. İki baş karakteri canlandıran Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts’in adeta bir oyunculuk dersi verircesine tam anlamı ile döktürdükleri filmin senaryosunun kadının adama kazadan sonraki yönelişini yeterince iyi açıklayamamak ve ikinci yarısında zaman zaman kendisini toparlayamamak gibi sıkıntıları olsa da, dürüst yaklaşımı, karakterlerini oturttuğu çerçeveyi doğru seçmesi ve onları yargılamak/yargılatmak yerine bizi olan bitene seyirci olmaya çağırması ile önemli bir film. Hikâyesinin odağında yer alan “insan bedeni” temasının da hakkını veren film görülmeyi kesinlikle hak ediyor.
“Pas ve Kemik” ifadesi, yüzün bir darbe alması sonucu dudakların dişlere çarpmasının ağızda yarattığı kan tadı için kullanılıyormuş. Filmi seyredince ve adamın tüm o hayli sert dövüş sahnelerinin tanığı olunca bu tadı siz de alıyorsunuz açıkçası. Jacques Audiard tıpkı hikâyenin genelinde olduğu gibi bu sahnelerde de hayli gerçekçi davranmış ve Matthias Schoenaerts’in muhteşem oyunu ile de ortaya çok etkileyici bir sonuç koymuş, seyrettiğimizi “kan tadı” açısından değerlendirirsek. Filme kaynaklık eden ve Kanadalı Craig Davidson’a ait olan hikâyede balina eğitmeni olup kazaya uğrayan bir erkekmiş ama filmde bu karakteri kadın yaparak ve karşısına yine onun gibi bedeni ile bir derdi olan bir erkek karakter yerleştirerek çok doğru bir seçim yapmış Bidegain ve Audiard ikilisi. Evet, doğru bir seçim bu çünkü hikâyenin odağında –bir karakterinin trajedisi, bir diğerinin hayatta kalma çabası gibi ön planda olan konular olsa da- insan bedeni de var. Kadının geçirdiği kazanın sonucunda beden bütünlüğünü yitirmesi ve hayatının bu nedenle tamamen değişmesi söz konusuyken, adam bedenini tüm çıplaklığı ile ortaya koyduğu bir dövüş sporu ile meşgul. Hikâye boyunca insanın bedeni ile ilişkisi, onu algılayış ve kullanış şekli ve bedeninin onun için ne ifade ettiği bir alt metin olarak sürekli kendisini gösteriyor. Adamın dövüşlerde yıpranan bedeni hayli sert sahnelerde karşımıza gelirken, dökülen dişler, akan kan ve hırpalanan bedenler adeta bir resmî geçit yapıyor perdede. Adam bedeni ile yaptığı bu işten mutlu ve kazandığı bir dövüşten sonraki yüz ifadesi ile de gösteriyor bunu. Kıacası bedeni ile gurur duyan, yaşamı ona bağlı görünen birisi o. Kadın ise hikâyenin başında bedeninin bir kısmını yitirirken, yitirdikleri ile, bir başka deyiş ile söylersek, “eksik bedeni” ile nasıl bir yaşam kuracağı sorusu ile karşı karşıya kalıyor. Bedenlerin birleşip tek bedene dönüşmesi ve işte belki de aşkın tarifini bununla yapması ile dikkat çekiyor film bir yandan da.
Adamın yaşadığı çevre ile ilgili betimlemeler, işçi sınıfı ve varoşlar üzerinden gerçekçi bir şekilde anlatılırken, işten çıkarmalar, yoksulluk ve hatta açlık hikâyenin bir sosyal süsü olarak değil, karakterlerin doğal yaşamlarının bir parçası olarak almışlar yerlerini. Bu doğallığı olması gerektiği boyuta taşıyor film ve iki baş karakterini de, hiçbir anında hikâyenin, yargılamıyor. Örneğin adamın kadına “cinsellik teklifi”ndeki duyarsızlığı, insanların işten kovulmasına neden olması, çocuğu ile ilişkisindeki acemilikleri veya ilk tanıştıkları gece kadına kısa eteği nedeni ile yaptığı benzetme filmin onu bir “kahraman” değil bir birey olarak görmeyi seçmesinin sonucu şüphesiz. Hayli başarılı bir görsel efekt çalışması ile kadının vücut noksanlığının tüm gerçekçiliği ile gösterildiği filmin gerçekçilikte aksadığı yer ise kadının geçirdiği kazadan sonra adamı neden aradığı, neden ona güvendiği veya adamın kadını ilk kez evinden dışarı çıkmaya nasıl bu denli kolay ikna ettiği gibi hikâyenin gelişimi içinde pek de önemsiz olmayan noktalar. Senaryo ikinci yarıda da nasıl toparlayacağını bilememiş gibi görünüyor zaman zaman. Aynı problem ile ilgili bir başka örnek de ilerleyen arkadaşlığa rağmen kadının adamın çocuğu olduğunu oldukça geç öğrenmesi; belki bununla o aşamaya kadar ilişkinin arkadaşlık ve cinsellik ile sınırlı kaldığı vurgulanmak istenmiş ama açıkçası pek de yeterli bir açıklama değil bu.
Ve iki baş oyuncu, Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts. İlki çok daha fazla sayıda olmak üzere buradaki oyunculukları ile bolca ödüle aday veya sahip olmuş bu ikili. Her ikisi de mükemmel bir oyunculuk ile karakterlerinin hem ruhlarına hem bedenlerine bürünmüşler ve iki gerçek insan olarak getirmişler onları karşımıza korkuları, umutları, acıları ve mutlulukları ile. Üstelik hayli zor roller bunlar: Kolayca bir abartılı performansı teşvik edecek karakterini -evet, bir kez daha söylemeli- öylesine mükemmel bir doğallıkla oynuyor ki Cotillard, hissettiği tüm duyguları bire bir geçiriyor bize. Schoenaerts ise tüm yaptıklarını bir doğallık içinde yapan ve iyi ile kötü ayrımı üzerinden değil doğru bildiği yoldan ilerleyen karakterini o denli elle tutulur hale getirmiş ki nerede ise bir belgeselin doğallığı içinde hareket ediyor tüm hikâye boyunca. Alexandre Desplat imzalı müziğin başarılı bir şekilde oluşturduğu zemin üzerinde bu iki müthiş oyuncu karakterlerini zenginleştiriyorlar oyunculukları ile ve filmin en önemli öğelerinden biri oluyorlar. Sert karakterlerin bu sert hikâyesini romantizmi ihmal etmeden ama gereksiz yumuşaklıklara da kapılmadan ve sürekli olarak sanki bize “işte tüm olan biten bu, en ufak bir ekleme veya çıkarma yapmadım” diyerek anlatan film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Epeyce kan, epeyce ter ve biraz da gözyaşı dökülen ve seyircisine de o hissi yaşatan bir film bu ve bir melodramın hakkını eski filmlere de göz kırpan ama kesinlikle çağdaş görünmeyi da başararak anlatıyor bize. Belki bir peri masalı bu ama gerçek insanlarla anlatılan ve gerçek olmasını tüm kalbinizle dileyeceğiniz türden.
(“Rust and Bone” – “Pas ve Kemik”)