“Saat 9.30 civarıydı, karımla telefonda konuşuyorduk. Tam o sırada önce ttıslama sesini, sonra da motorların hızlandığını duydum. Tıslama büyük bir kükremeye dönüştü, tarif edilemeyecek kadar yüksekti. Saniyeler içinde de büyük bir patlama oldu. Parçacıklar mermi gibi yağıyordu. Sıcaklık dayanılmazdı”
2010 yılında Meksika Körfezi’nde meydana gelen ve ABD tarihinin en büyük petrol kazası olarak tanımlanan felâketin hikâyesi.
David Barstow, David Rohde ve Stephanie Saul’ün felaketi anlatan makalelerinden yola çıkarak senaryosunu Matthew Michael Carnahan ve Matthew Sand’in yazdığı, yönetmenliğini Peter Berg’in üstlendiği bir film. Yakın tarihli ve bir büyük çevre felaketine neden olan patlamayı ve sonrasını ticarî bir aksiyon filminin kalıplarından az ya da çok uzaklaşarak anlatmayı deneyen film bir Hollywood eseri olarak teknik açıdan sınıfını elbette parlak notlarla geçiyor. Görsel efektleri ve ses kurgusu ile Oscar’a aday gösterilen çalışma “kaza” öncesini aksiyon filmlerinde pek rastlanmayan bir özen ve sakinlikle anlatırken, seyirciyi yavaş yavaş büyük aksiyon anlarına hazırlayacak şekilde gerilimini de artırıyor düzenli olarak. Her bir karakterine hak ettiği zamanı ayırmaya gayret eden senaryo buna karşılık iki büyük kusura sahip: Bir süre sonra bir kahramanlık hikâyesine dönüşmek ve “kaza”nın suçunu BP’ye yükleyerek duyarlı davrandığına inan(dır)mak ama olan bitenin temel olarak ekonomik, politik ve sosyal düzenle ilgili bir sorun olduğunu görmezlikten gelmek. Saf aksiyonseverleri özellikle ikinci yarısı ile mutlu edebilecek, bir aksiyon filminden biraz derinlik de bekleyenleri de tatmin edebilecek ve teknik ustalığı yadsınamayacak bir çalışma bu.
Film bir soruşturma kaydının sesini seyirciye dinleterek başlıyor; sesini duyduğumuz kişi olay sırasında başardıkları ve kurtardığı hayatlar ile bir kahramana dönüşen karakterin sesi. Anlatılan gerçek bir hikâye (Hollywood’un “sinema sanatının gereği” olarak ekledikleri ve çıkardıkları var elbette bu gerçek hikâyeye) ve ne olduğunu, nasıl sonuçlandığını pek çok insan biliyordur kuşkusuz. Buna karşılık tek tek karakterlerin, hatta baş kahramanının kimliği ve akıbeti konusunda çok az insanın bilgisi vardır. Bu nedenle bu karakterin yaşananlardan sağ olarak çıktığını daha filmin başında söylemesi senaryonun, aksiyon filmleri için pek sıradan bir tercih değil. Meksika Körfezi’nde deniz üzerindeki bir petrol sondaj kulesinde yaşananları anlatan hikâye bu sıradan olmayan tercihlerini ilk yarısında sürdüyor nispeten. Ekibin toparlanması aşaması, kazaya neden olan ihmaller zinciri ve BP yöneticilerinin insan hayatını kolayca riske atabilme cüretkârlıkları aksiyona ağırlık vermekten çok, doğal görünen bir gerilimi adım adım inşa eden bir şekilde anlatılıyor bu yarıda. Tam da bu nedenle bir aksiyon heyecanı bekleyenler bir parça hayal kırıklığı yaşayabilir belki ama sonuçta filme daha kalıcı bir yan kattığını rahatlıkla söyleyebiliriz bu tercihin. Buna karşılık, elbette bir aksiyon havasından çok uzaklaşmamaya gayret ediyor film ve baştaki bir sahnede yataktaki bir kadını iç çamaşırı ile göstermeye özellikle dikkat etmesinin örneği olduğu gibi, sonuçta bir ticarî sinema ürünü olduğunu hiç unutmuyor. Zaman zaman görüntü üzerinde beliren bilgilendirme metinleri de teknik detaylara girmekten kaçınılmadan filmin gerçekçiliğini ve bunun için harcanan çabayı destekleyecek şekilde kullanılıyor.
Anlattığı hikâyenin doğası gereği görsellik düzeyinin yüksek olması gereken bir film bu ve bu beklentiye uygun olarak görüntüler ile görüntü efektleri kesinlikle etkileyici ve seyircinin kendisini o petrol platformunun tam da içinde hissetmesini sağlayacak bir başarı ile oluşturulmuşlar. Özellikle ikinci yarıda hayli çarpıcı bir ses kurgusu var filmin ve zaman zaman görüntü efektlerinden daha da fazla seyircinin kendisini hikâyenin içinde hissetmesini sağlıyor bu kurgu çalışması. Özellikle son yarım saatinde platform üzerinde olan bitenler ve çalışanların yaşadıkları kayıtsız kalınamayacak kadar iyi bir biçimde anlatılıyor ve film bu teknik başarısı ile takdiri hak ediyor. Peki, bu teknik başarıya senaryo ne ölçüde katılabiliyor sorusunun cevabı ise o denli parlak değil.
Yaşanan 43 günlük gecikme ve bütçenin 50 milyon dolar aşılmış olması bir mühendisin ifadesi ile “paragöz şerefsiz” BP yöneticilerinin bir güvenlik önlemini almamalarına neden olduğu için hikâye başından sonuna kadar BP’yi eleştirisinin hedefine koyuyor ama burada hem BP’den çok, kendileri de platform üzerinden olan iki BP yöneticisine doğrultuluyor oklar hem de yaşanan işçi cinayetleri (11 kişi hayatını kaybediyor) sanki sadece bu olaya özelmiş gibi davranılıyor. Hikâye hiçbir anında olan bitenin BP’nin sadece bir sembolü olduğu bir düzenin doğal sonucu olduğunu dile getirmiyor. Sorun ne BP’nin kendisi sadece ne de onun o iki yöneticisi. Daha fazla kâr, daha düşük maliyet için insan hayatlarının rahatlıkla riske atılabildiği, hatta umursanmadığı bir sisteme tek bir laf etmeden anlatılınca hikâye ve nerede ise bir bireysel olaya dönüşünce olan biten, filmin sıradan bir aksiyonun ötesine geçen bir derinliğe sahip olma niyeti sadece mizanseni ile sınırlı kalıyor. Yaşanan felâketin ne denli büyük bir çevre sorununa yol açtığını ve bu sorunun körfezde çok uzun yıllara yayılacak bir zarara neden olduğu da hiç gündeminde değil filmin.
Senaryosunun Hollywood’un aksiyon klişelerinden bazılarından kurtulamamak (çalışanların hep esprili insanlar olması ve süslü metaforlarla dolu cümleler kurma yetenekleri, ABD bayrağının kritik sahnelerde görüntüye özenle yerleştirilmesi, en dehşetli anlarda bile espri yapabilen karakterler vs.) ve hikâyesini mutlaka bir kahramanı öne çıkararak anlatmak gibi problemlerinin de olduğu filmin oyuncu kadrosunda öne çıkan isim -tam da hayal edebileceğiniz şekilde oynasa da- John Malkovich olurken Mark Wahlberg, Douglas M. Griffin ve Kurt Russell aksamadan ama özel bir başarı da göstermeden canlandırmışlar karakterlerini.
(“Deepwater Horizon: Büyük Felaket”)