“Düşman Britanya ve Fransa ordularını denize doğru sürdü. Dunkirk’te sıkışan ordular kaderlerini bekliyorlar. Kurtulmayı umut ederek… ve bir mucizeyi”
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından Dunkirk sahilinde sıkıştırılan müttefik kuvvetlerinin tahliye edilmesinin hikâyesi.
Dunkirk’ten (Fransızca orijinal adı ile Dunkerque) 330 binden fazla askerin kurtarıldığı ve savaşın kaderini tayin eden olaylardan biri olan ünlü tahliye hareketi daha önce de doğrudan ya da dolaylı olarak sinemada hayat bulmuştu. Leslie Norman’ın 1958 Birleşik Krallık yapımı “Dunkirk” ve Henri Verneuil’in 1964 Fransa ve İtalya ortak yapımı “Week-end à Zuydcoote – Dünkerk Kahramanları” adlı filmlerinin örnek gösterilebileceği bu filmlerden ilki Britanya ordularına ve tahliyeye odaklanırken, ikincisi Fransızlara odaklanarak anlatmıştı hikâyelerini. Christopher Nolan’ın yazdığı ve yönettiği, hikâyesi açısından Norman’ın filmine daha yakın duran bu çalışma savaşın ortasında yaşanan tarihî bir olayı savaşın kendisinden çok, o savaşın parçası, belki de daha doğru bir ifade ile kurbanı olanlar açısından anlatan hayli etkileyici bir çalışma. Aynı anda üç farklı yerde (denizde, havada ve karada) geçen üç ayrı yan hikâye anlatıyor senaryo bize ve Nolan’ın teknik yanı güçlü ama her karesinde insanı, savaşın dehşetini birebir yaşayan gençleri öne çıkaran filmi savaşın tüm o gürültüsüne rağmen “hümanist” bir içerikle çıkıyor karşımıza. Filme hiç uymayan bir sahne dışında milliyetçilikten, propagandadan uzak duran film hem teknik hem sanatsal açıdan izlenmeyi kesinlikle hak eden bir sinema eseri.
Tarihteki örneklerden ve bunların sinemadaki karşılıklarında gördüklerimizden farklı bir tahliye filmin bize anlattığı. Bunun da birkaç nedeni var: Başarı ile tahliye edilen asker sayısının büyüklüğü; hep alıştığımızın tersine askerlerin sivillere değil, sivillerin askerlere yardımcı olduğu bir tahliye olması ve bu tahliyenin bir yenilginin işareti olmaktan çok bir zafere giden yolun önemli taşlarından biri olması. Christopher Nolan yakın tarihin bu önemli olayını insan boyutunu öne çıkararak anlatıyor ve filmini “savaş filmleri”nden çok farklı bir yere yerleştiriyor böylece. Daha açılış sahnesinde, ıssız sokaklarda dolaşan altı İngiliz askerinden beşinin vurulduğu ve sonuncusunun kaçarak kendisini Dunkirk sahilinde bulmasından kahramanlıkların değil hayatta kalma mücadelelerinin anlatılmasına kadar film hemen her karesinde tek tek insanları en önemli konuma yerleştiriyor. Havada geçen çarpışma sahnelerinde pilotların yüzünü hemen hiç göremememize rağmen örneğin, hikâyenin vurguladığı pilotların kendisi oluyor yine de ve bunu yaparken Nolan, bu çarpışma sahnelerinden “aksiyon” bekleyenleri de ihmal etmiyor ama süslemiyor bu aksiyonu ve bir kahramanlık gösterisinin aracı yapmıyor.
Bir savaş filmi veya savaşın ortasında geçen bir film yapıldığında, özellikle de bu savaşın Nazilere karşı olduğu düşünülürse, bir takım klişelere başvurma tuzağından kurtulmak pek kolay olmasa gerek ve bu klişelerden biri de tarafları iyi ve kötü olarak etiketlemek. Bu tuzaktan hikâyesinin içeriği açısından bakıldığında ustalca sıyrılmış Nolan. Buna karşılık Alman askerlerin filmin son sahnelerinden birine kadar, silahlarından çıkan kurşunlar ve uçaklarından attıkları bombalar dışında “bir insan” olarak hiç yüzlerinin görünmemesi taraflardan birini doğal olarak “insan dışı” bir konuma yerleştiriyor. Almanların göründükleri tek sahnenin çok kısa olması ve yüzlerinin net olmamasının yanısıra, o sahnede Dunkirk üzerinde epey yararlı işler yapan bir İngiliz pilotu -bir kahramanı- esir almaları da bu algıyı pekiştiriyor. Aslında çok da önemli değil bu durum; çünkü Nolan’ın filmi taraflardan birinin hikâyesini anlatırken diğer tarafı şeytanlaştırmak gibi bir yanlışa düşmüyor kesinlikle. Filmin bu açıdan asıl problemi Hollywood’un popüler filmlerinin Oscar ödüllü bestecisi Hans Zimmer’in bir sahnedeki müzik tercihi ve aynı sahnede Nolan’ın da adeta bu müziğe uyarcasına bir “kahramanlık” hikâyesine uyan görüntülere yer vermesi. Bu sahnede Hans Zimmer, İngiliz besteci Edward Elgar’ın Britanya vatanseverliği ile ilişkilendirilen “Nimrod” adlı eserinden yararlanmış ve ortaya bir kahramanlık melodisi ve bu melodinin temel yaratıcısı olduğu bir kahramanlık havası çıkmış. Oysa bu sahne dışında Zimmer’in Oscar’a aday da gösterilen müziği hayli başarılı ve hikâye boyunca karşımıza gelen binlerce askerin hayatta kalma çabasının doğurduğu gerilimi çok iyi işliyor ve görsel gücü yüksek filmin görüntülerin “güzelliği”ne kattığı tedirginlk ile bu görüntüleri gerçek ve doğal kılıyor. Ne var ki şunu da eklemeli: Zaman zaman fazla konuşan bir müzik bu ve hemen hiç susmuyor.
Bin figüranın kullanıldığı kalabalık sahnelerin ustaca yaratılmış ve düzenlenmiş sahnelerinin göz doldurduğu film “Mendirek”, “Deniz” ve “Hava” adını taşıyan üç farklı yerde geçen bir şekilde anlatıyor hikâyesini. Bu hikâyelerin kahramanları birbirleri ile doğrudan hemen hiç karşılaşmıyorlar ama ustaca yazılmış senaryo onları birbirinden ayrılamayacak bir şekilde bir bütünün parçası kılmayı başarıyor. “Dunkirk’te olanlardan hayatı etkilenen herkes”e ithaf edilen film savaşın eninde sonunda bir cehennem olduğunu kanıtlıyor bu kahramanların ve diğer binlerce askerin hayatlarını tüm duyguları ile birlikte öne çıkararak. Çığlıklar, yardım haykırışları, korkudan umuda gidip gelen yüzler Oscar’a aday gösterilen ses çalışmasının dozunu artırdığı bir gerilimin parçası olurken, denize düşen veya atlayan ve orada umutsuzca çırpınan askerleri, cansız bedenleri denizde yüzen ve denizin gelgit nedeni ile önce alıp sonra tekrar karaya sürüklediği gençleri ürperten bir gerçekçilikle sergiliyor film.
Bir teknede, bir uçağın içinde, bir mendirek üzerinde, bir sahilde ve denizin ortasında fiziksel ve ruhsal olarak sıkışmış bir durumda olan binlerce insanı herhalde daha iyi anlatılamaz dedirtecek bir ustalıkla sergiliyor Nolan ve ortaya -olumlu anlamı ile- “yorucu” bir sonuç çıkarıyor. Yorucu bir film bu; çünkü sahildeki sahneleri tahliyenin gerçekten tam da yaşandığı yerde çekme tercihinin de gösterdiği gibi gerçekçiliği ve tarihin o özel anında orada bulunan binlerce askerin içinde bulunduğu koşulları ve sahip oldukları ruh hallerini olduğu gibi yansıtıyor bize ve yoğunluğu ile kesinlikle etkiliyor. “Mendirek” bölümünde bir hafta, “Deniz” bölümünde bir gün, “Hava” bölümünde ise bir saat süren hikâyeler anlatıyor bize Nolan ve bu farklı süreleri olan hikâyeleri aynı zaman dilimi içinde başlayıp bitiriyor zaman üzerinde oynadığı bir oyunla ve bu da senaryonun kurgusunun başarısının bir örneği oluyor. Gerek bu kurgu gerekse açılış sahnesinde Almanların elinden kurtulan tek askerin koşarak ulaştığı yerin adeta gerçeküstü havası ve az ötede görünen savaştan uzak bir sessizlik ile kendisini karşılaması gibi “oyun”lar filmin gerçekçilik duygusunu hiç zedelemiyor. Buradaki oyunların rahatsız edici olmayıp aksine filmi zenginleştirmesi ve yönetmenin “Inception – Başlangıç” filmindeki yapay bir derinliği olan kompleks yapının içerdiği oyunların aksine rahatsız etmemesini de yönetmen adına ayrıca olumlu bir puan olarak ekleyelim.
Zengin oyuncu kadrosunun karakterleri ezmediği, görsel gücü yüksek ve sık sık dokunaklı ve sorgulayan/sorgulatan bir hava yakalayan film görülmeli, özetle söylemek gerekirse.