“Tanrı aşkına, babası kim bu çocuğun? Ona hayat veren mi, onu büyüten mi?”
Gemilere ve denizciliğe tutkun sevgilisini özgür bırakmak için onu sevmediğini söyleyerek kendisini terk edip denize açılmasına neden olan bir genç kadının hikâyesi.
Fransız oyuncu/yönetmen Daniel Auteuil’in Marcel Pagnol’un Marsilya Üçlemesi başlığını taşıyan tiyatro oyunlarından yaptığı ikinci uyarlama. İlk film genç adamı, ikincisi genç kadını odağına alırken, serinin son filmi olacak olan ve henüz çekim hazırlıkları süren “César” ise genç adamın babasını anlatacak bize. Serinin ilki olan “Marius” filmindeki hikâyenin bittiği an başlayan filmde Auteuil yine hem oyuncu hem yönetmen ve senarist olarak görev yapmış. Ortaya çıkan sonuç sinema dili olarak çok güçlü olmayan ve hikâyenin trajikliğini gerektiği kadar aktaramayan bir film olmuş açıkçası. Ne var ki Auteuil Akdeniz güneşinin sarı renkleri ile pırıl pırıl parlayan görüntüler ile dolu filmini oyuncularının sıcaklığı, Alexandre Desplat’ın başarılı müziği ve oda tiyatrosunu arındıran hikâyesi ve mizansen anlayışı ile seyre değer kılmış yine de.
Pagnol’un daha önce de pek çok kez sinemaya uyarlanmış bu tiyatro oyunu üçlemesinin ikinci oyunu olan “Fanny” ilk kez oyunla aynı yıl, 1932’de Marc Allégret tarafından Pagnol’un kendi senaryosu ile aktarılmış sinemaya. Sahne müzikali olarak da sergilenmiş olan oyunda Auteuil’i çeken herhalde en çok hikâyenin Fransızlığı olmuş ve karşımıza da karakterleri, Marsilya yöresinden mekanları ve doğası ile sıcak bir sonuç koymuş. Güneşin tüm sıcaklığını yansıtan renkleri, mavi denizi, müthiş doğası, sokakları, evleri ve görkemli kilisesi ile kasabanın tüm güzelliği her biri doğal ve basit görünen karakterleri ile hikâye boyunca karşımıza gelirken seyirciyi de etkilemeyi başarıyor film. Ne var ki bu etkileme, hikâyenin dramı ile ters düşen ve zaman zaman fazla hafif olan havası ile birleşince genç kadının dramını yeterince hissettirebiliyor mu seyircisine, emin değilim. Kavga eden ama hemen barışan, trajik bir andan bir hafif komediye hemen kayıveren karakterlerin -oyundan gelen bir durum bu ve Auteuil de korumuş bu durumu- hikâyedeki varlığı ve egemenliği şöyle sıkı bir duygulanmanın da önüne geçiyor devamlı olarak. Yine de Pagnol’a nerede ise sonuna kadar sadık kalan hikâyenin, karakterlerini doğal ve gerçekçi kılabildiğini ve benzeri bir Amerikan filminin aksine kahramanlarını gerçeklerin ortasına bırakarak hafif havasının aynı zamanda yapay bir görüntüye bürünmesine kesinlikle engel olabildiğini söylemek gerek. Bu hali ile de bir oda tiyatrosu -açılış sahnesi örneğin adeta bir tiyatro sahnesinde “perde” diye bağırılarak oyunun başlamasını çağrıştırıyor- veya kısa bir hikâye olarak nitelenebilecek olan filmi Auteuil de bu nitelemeye uygun olarak yönetmeyi tercih etmiş.
Sinemasından çok atmosferi ve sıcaklığı ile öne çıkan filmde Auteuil yine de etkili birkaç sahne yaratmayı başarmış. Genç adamın babası ve serinin son filminin asıl kahramanı olacak olan César’ı canlandıran Auteuil ve genç kadına aşık yaşlı ve zengin adamı oynayan Jean-Pierre Darroussin’in karşılıklı tüm anları ve özellikle tartışma sahneleri hayli keyifli. Ayrılık sahnesi ise filmin dramının gerektiği gibi ve nihayet ağır bastığı havası ile etkileyici olmayı başarıyor. Kadının “kalbi ve beyni” arasında sıkışıp kaldığı, yaşlı adamın sahip olabileceği tek çocuk için savaştığı, genç adamın sevgisi ve sahip olma arzusu ile doğru olan arasında ikileme düştüğü ve babasının en doğru çözümü bulmaya çalıştığı bu sahne “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti…” çağrışımı yapacaktır pek çok kişiye kuşkusuz. Auteuil ve Darroussin’in yanında filmin asıl yıldızı genç kadını oynayan Victoire Bélézy elbette. Duru güzelliğini yalın bir oyunculukla hikâyenin emrine vererek hikâyenin çekiciliğini ayağa kaldırıyor göründüğü her karede.
Usta oyuncu Auteuil ilk yönetmenliğinde yine Pagnol’ün “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” romanını ele almıştı. Yazarın Marsilya üçlemesinden yaptığı bu ikinci uyarlamadan önce “Marius” adlı ilk filmi görmeli şüphesiz. Pagnol’ün Fransız toplumu için önemine ve “kutsallığına” halel getirmeyen ama sinemasal yönden yeterince güçlü olmayan film ne olursa olsun sadece Akdeniz sıcaklığı için bile görülmeyi hak ediyor.