“İnsanlar neden doğup ölürler ki?”
Bir adanın sahilinde bulunan bir cesedin ve iki gencin hayatın döngülerini öğrenerek büyümelerinin hikâyesi.
Japon yönetmen Naomi Kawase’nin yazdığı ve yönettiği bir film. Japonya, İspanya ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen film, sakin bir sinema dili ile ve zaman zaman da şiirsel bir anlatımla iki gencin öğrenerek büyümelerini anlatıyor bize. Gelenekler, doğa, aile, hayat ve ölüm üzerine ilerleyen hikâye tıpkı anlatmaya çalıştığı gibi hayatın aslında değişmezliğini ve bireylerin hayatın/doğanın döngüsü içinde gelip geçiciliğini ama öte yandan da aslında her bir bireyin bir diğerinin sonrası ve bir başkasının öncesi olduğunu öne sürüyor. Yalın ve samimi performanslar eşliğinde anlatılan ve tüm temalarının ağırlığını yeterince taşıyabildiği tartışmalı hikâyenin zaman zaman bir güç eksikliği taşıdığını da söylemek gerekiyor açıkçası.
Çıplak ve sırtı baştan aşağıya dövmeli bir ceset, annesini terk eden ve büyük şehirde kalan babasından uzakta annesi ile bir adada yaşayan on altı yaşında bir genç adam, onun büyük şehirin enerjisinden vazgeçemeyen ve dövme stüdyosu sahibi olan babası, gençle arasında duygusal bir yakınlık olan genç bir kız, onun ölümcül bir hastalığı olan annesi ve birlikte mükemmel bir aile resmi çizdikleri babası, ve yaşlı bir adam. Hikâyenin yedi temel karakteri var ve Kawase’nin senaryosu tüm bu karakterleri hayatın ezelden beri ve ebediyete kadar sürecek döngüsü içinde birkaç günlüğüne yakalıyor ve karşımıza getiriyor. Bunu yaparken de -özellikle adadaki yaşamın gelenekleri açısından- zaman zaman bir belgeselin yalınlığı ve gerçekçiliği içinde hareket etmeye özen gösteriyor. Tüm kadronun doğal ve takdiri hak eden sade oyunları da onun bu seçimine ayak uyduruyor ve ortaya “sahiciliği” tartışılmaz bir sonuç çıkıyor. Kawase’nin özellikle vurgulamadan kullandığı “şiirsel dokunuşlar” da bu gerçekçiliği -alkışlanması gereken bir şekilde- hiç bozmuyor. Ne var ki tam bir başarı değil bu: Hikâyenin bir dram eksikliği çekmesi ve bazı bölümlerinin gereğinden fazla düz oluşu filme zarar veriyor bir ölçüde. Oysa Kawase’nin yeteneği hikâyesini daha güçlü ve çekici kılmaya, filmin albenisini artırmaya ve toplamda filmin başarı düzeyini yükseltmeye uygun ama yönetmen bu anlamdaki katkısını özellikle daha düşük tutmayı tercih etmiş görünüyor.
Finalde hikâyenin önemli bir noktasına bağlansa da, deniz kenarında bulunan cesedin aslında bir önem taşımadığı hikâyesinde Kawase hayatı/ölümü anlatmayı deniyor ve “büyümek ve yetişkin olmak” için bu kavramların içselleştirilmesi gerektiğini söylüyor bize iki genç karakteri üzerinden. Erkeği oynayan Nijirô Murakami kariyerindeki ilk rolünde çok başarılı ve karakterinin bir parça öfkeli ve içedönük yanını başarı ile yansıtıyor ve filmi dokunaklı kılan unsurlardan biri oluyor oyunculuğu. Oyuncunun performansı özellikle gerçek hayatta da babası olan Jun Murakami ile olan ikili sahnelerinde hayli parlak. Genç kızı oynayan Jun Yoshinaga ise erkeğin aksine daha dışa dönük olan ve annesinin yakında öleceğini bilmesi nedeni ile hayli hüzünlü olan karakterini benzer bir dozunda duygusallıkla getiriyor karşımıza. İkilinin birlikte yer aldığı sahneler hikâyenin saf romantizmini etkileyici kılıyor zaman zaman. Kawase’nin oyuncularının katkısı ile desteklenen, kimi sahnelerdeki başarısını da anmadan geçmemek gerekiyor. Ölmekte olan kadının yatağının başucunda geçen -ve bir parça fazla uzamış da görünen- yaşamı kutsama sahnesi çok başarılı örneğin. 400 – 500 yıllık banyan ağacının karşısına yerleştirilen hasta yatağı, “hayat ağacı” sembolünün kullanımı açısından hikâyeye çok yakışıyor ve görsel bir estetiğin de kaynağı oluyor. Bir başka sahnede, genç kızın annesinin, annenin de babanın kucağına uzanarak konuştukları anlar “gerçek bir aile” olmanın güzelliği üzerine oldukça şiirsel kareler getiriyor önümüze.
Hasiken imzalı ve piyano ağırlıklı müziğin zaman zaman geleneksel Japon şarkıları ile desteklendiği filmde Yutanaka Yamazaki’nin adanın doğal güzelliklerini yansıtan ama asla yapay bir şıklığın peşine düşmeyen görüntüleri de dikkat çekiyor. Genç delikanlının yüzmek için denizi değil, havuzu tercih etmesi ve denizi “yapış yapış ve içinde ne olduğunu bilemezsin” sözleri ile tanımlaması, onun hayata karşı duyduğu korkunun sembolü ve hikâyede buna benzer başka semboller de var. Finalde onu denizde yüzerken görmemiz gibi, bu sembollerin en azından bir kısmı hikâyeyi zenginleştiriyor da. Keşke bu zenginlik filmin tümü için de geçerli olsaymış demek de gerekiyor ne var ki. Keşke daha güçlü bir hikâye ve şiirin bir parça daha öne çıktığı bir anlatım ve görsellikle senaryonun birbirini daha iyi desteklediği bir sonuç olsaymış karşımızda ama bu kusurlarına rağmen Kawase’nin filmi ilgiyi hak eden bir Japon sineması örneği.
(“Still the Water” – “Dingin Sular”)