“Sizi Rahip Vallon’un oğluyla tanıştırayım. Onu kanatlarımın altına aldım. Karşılığını görüyorsunuz. Bir gün hayatımı kurtardı ki ertesi gün beni öldürsün. Sinsi bir hırsız gibi… erkek gibi dövüşmek yerine. Asil bir adı hak etmeyen pis bir işgalci”
Farklı çetelerin egemenlik kurmak için mücadele ettiği New York’ta, babasını öldüren çete liderinden intikam almak için 16 yıl sonra geri dönen bir genç adamın hikâyesi.
Martin Scorsese’nin 1970’de Amerikalı gazeteci Herbert Asbury’nin 1928 tarihli kitabı “The Gangs of New York: An Informal History of the Underworld”ü okurken kafasında oluşan, New York’un on dokuzuncu yüzyıldaki yer altı dünyasını anlatan epik bir hikâye çekme isteğinden doğan bir ABD ve İtalya ortak yapımı. Senaryosunu Jack Cocks’un orijinal hikâyesinden Cocks, Steven Zaillian ve Kenneth Lonergan’ın yazdığı filmi 20 yıl boyunca proje üzerinde çalışan Scorsese çekmiş ve başrollerinde Leonardo Di Caprio ve Daniel-Day Lewis’in yer aldığı yapıt tam da yönetmeninden bekleneceği şekilde her anında görkemli olmaya çalışan ve bunu görsel olarak da başaran ama tüm bu operavari epik havasının altındaki hikâye kazındığında çok da tatmin etmeyen bir sonuç çıkmış. 195 dakikalık filmin daha sonra 167 dakikaya indirilmesinin de etkisi ile belki de, zaman zaman uzun bir televizyon dizisinin kısaltılmış sinema versiyonu gibi duruyor ve işlevsiz anlatıcı karakteri başta olmak üzere çeşitli sorunları da içeriyor film. Yine de sonuçta bir Scorsese filmi bu ve ustalıkla oluşturulmuş sahneleri, set ve kostüm tasarımları ve Michael Ballhaus imzalı görüntüleri ile ilgi çekmeyi başarıyor. Aralarında En İyi Film de dahil olmak üzere 10 dalda Oscar adaylığı olması ama bu adaylıkların hiçbirini ödüle dönüştürememesin de gösterdiği gibi ilgiyi üzerine çekmek için sesi hayli yüksek çıkan ama dikkatli bir bakışla ele alındığında bu yüksek sesin altını dolduramayan bir çalışma bu.
Film Scorsese’nin bir epik hikâye anlatmaya kararlı olduğunu gösteren sahne ile açılıyor: New York’un Five Points adlı bölgesinin hâkimiyeti için Katoliklerle Protestanlar arasında yüzlerce çete üyesinin karıştığı, hayli vahşi ve katliama dönüşen bir kavgayı seyrediyoruz bu açılış sahnesinde. Kalabalık figüran kadrosu, iki çetenin liderini tanrılaştıran kamera açıları, yavaşlatılmış çekimler, yakın planda gösterilen hırs, öfke ve nefret dolu yüzler ve dökülen kanlar… Kesinlikle görkemli bir prodüksiyon bu ve Scorsese Roma’daki Cinecitta stüdyolarında yarattığı New York setleri ile bu görkemi sürekli olarak görünür kılmaya çalışıyor. Kurulan setlerin devasalığı çekimleri ziyarete gelen Amerikalı sinemacı George Lucas’ın Scorsese’ye “Artık böyle setler bilgisayarlarla yapılabiliyor” demesine neden olmuş ama Scorsese “doğal” görkemi tercih etmiş anlaşılan. Bir tarafında İrlandalı katoliklerin, diğer tarafta kendilerini ABD’nin yerlisi olarak gören protestanların olduğu egemenlik kavgasının sadece bu iki çete ile sınırlı olmadığı, daha pek çok çetenin de içinde bulunduğu mücadelede film temel olarak bir intikam hikâyesi anlatıyor. Katoliklerin lideri olan babasını açılıştaki savaşta öldüren Protestanların lideri “Kasap Bill”in (Daniel Day-Lewis) peşine düşen Amsterdam Vallon’un (Leonardo Di Caprio) hikâyesi bu ve diğer tüm olgular (egemenlik mücadelesi, politik yozlaşma, New York’un o sırada tam bir vahşi dünya olması, köleliğin kaldırılması, ırkçılık, ülkeye eskiden gelenlerin yenilere tepkisi, devam eden iç savaş nedeni ile askere alınan yoksulların (zenginler para ödeyerek kurtulmaktadır bu yükümlülükten) tepkisi ve tüm bunların arkasında yatan sosyal ve politik koşullar) bu intikamı süsleyen konular olmakla kalıyor çoğunlukla. Sık sık “onur” kavramını gündeminde tutan Scorsese kötülerin bile mertlik naraları attığı bir “erkek dünya”sını zevkle ve açıkçası bu erkek kavramlarına da kendisini yakın hissederek anlatıyor. Yüzlerce insanın satırlar veya bıçaklarla doğrandığı savaşta ölenlerden birinin “öteki dünyaya tek parça olarak gitmesi” için beden bütünlüğüne saygı gösterilmesi bu erkeksi ikyüzlülüğün kabullenmemiz beklenen tipik bir örneği.
Çok şey anlatmaya çalışmak ve bu yüzden uzun süren bir hikâyeye sahip olmak yerine, dönemin koşullarını ve olgularını daha sade ama doyurucu bir şekilde çizerek bir intikamın anlatısı olarak kalmayı tercih etmek çok daha doğru olurmuş kesinlikle. Bunun yerine film operaların görkemini (evet, orada da hikâye tüm o görkemi hak edecek büyüklükte değildir her zaman ama operanın doğasına yakışır bu görkem) tekrarlamaya çalışmış; bir açıdan film bir çizgi romandan uyarlanmış gibi duruyor ama o romanlarda kolayca ve ucuz bir şekilde yaratılabilen ihtişamlı görüntüleri bu hikâye için pahalı bir sanat olan sinemada yaratmaya soyunmanın ne kadar anlamlı olduğu tartışmalı kesinlikle. Belki vizyona girerken kesilen 28 dakikanın etkisi ile de hikâye bu büyüklüğü gerektiren bir havaya giremiyor pek ve bazı sahneler de boşa çıkıyor. Örneğin limandaki gemiye bir yandan yeni askere alınanlar binerken, diğer yandan savaşta ölen askerlerin tabutlarının indirilmesi kısa bir savaş karşıtı mesaj olarak dikkat çekiyor ama filmdeki tüm o katliamlar ve Scorsese’nin bu katliamları, cinayetleri ve şiddeti doğrulayan değil ama onlara neredeyse çekicilik katan dili nedeni ile boşa düşüyor. Filmdeki aşk hikâyesi de benzer bir şekilde zorlama görünüyor ve daha çok Amsterdam ile Bill karakteri arasında bir gerilimin aracı olmak ve yine delikanlılık söylemlerine (“Ben isteyene kadar bana elini sürmedi”) olanak sağlamak için kullanılmış gibi görünüyor. Filmin iki çete arasında finaldeki savaş ile şehirdeki ayaklanmayı paralel olarak anlatması ise -görsel yönden hayli güçlü sahneleri karşımıza getirse de- ilkini büyütürken, ikincisinin tarihteki yer ve anlamını küçültüyor. Gerçek Bill karakterinin bu isyandan iki yıl önce ölmüş olması ise filmin bu önemli olayı kendi amacı için kullandığının göstergesi oluyor.
Anlatıcı kullanımının da herhangi bir anlamlı fonskiyonu yerine getiremeyerek zayıflattığı filmde baştaki çete savaşı sahnesinde olduğu gibi rock müzik kullanımı oldukça cüretkâr bir tercih olmuş. Belki bir dönem filmi için alışık olmadığımızdan ama bu tür bir kullanım Brian Helgeland’ın 2001 yapımı “A Knight’s Tale” (Şövalye) adlı filminde rahatsız etmezken, burada tüm o gerçekçilik havası içinde yadırgatıyor açıkçası. Kapanış jeneriği akarken dinlediğimiz ve on dokuzuncu yüzyıldaki “Büyük Kıtlık”nedeni ile Yeni Dünya’ya göç eden İrlandalıları anlatan U2 şarkısı (“The Hands That Built America”) ise kapanıştaki görüntülerle (yıllar geçtikçe yükselen New York gökdelenleri ve otlar tarafından örtülerek kaybolan mezarlar) birlikte iyi bir kapanış sağlıyor hikâyeye ama Scorsese bize pek de bu şarkıdakileri anlatmıyor açıkçası.
Scorsese ile uzun bir iş birliğinin ilk örneğindeki Caprio’nun işini yaptığı, Day-Lewis’in ise her zamanki gibi hikâyeye egemen olan bir oyunculuk gösterdiği filmde Cameron Diaz onca sahnesine rağmen, senaryonun onu bu erkekler hikâyesinde daha çok bir süs olarak görmesi nedeni ile kendisini gösteremiyor. Sonuç olarak; pek çok problemi olan, bir epik olma iddiasını gizleyemeyen ve ulaşmaya çalıştığı destansı havayı hak eden bir hikâyesi olmayan film şiddeti anlatmayı seven bir yönetmenin ustalıklı anlatımı ile karşımıza gelen, görselliği ile göz dolduran, görkemli setleri ile etkileyen ve uzun süresine rağmen ortalama bir seyirci için çekici olabilecek bir çalışma.
(“New York Çeteleri”)