Gelin – Lütfi Akad (1973)

“İstanbul dediğin, insan denizi”

Hasta küçük çocuğu ve kocası ile birlikte Yozgat’tan kocasının ailesinin yanına, İstanbul’a gelen bir kadının hikâyesi.

Lütfi Akad’ın 1973-1974 yılları arasında çektiği üçlemesinin (diğerleri “Düğün” ve “Diyet”) ilk filmi. Akad’ın “Işıkla Karanlık Arasında” adlı otobiyografik kitabında “Göç Yolları” başlığı altında anlattığı bu üç film hem Türk sinemasında ortak bir tema etrafında çekilen filmlerin ilk örneği olması ile hem de genel olarak filmlerin düzeyi nedeni ile özel bir yerde duruyor. Vahşi bir ormana benzettikleri İstanbul’da ayakta kalabilmek için saptıkları yolların ve kaybettikleri değerlerin sıkıştırdığı insanları ele alan üçlemenin bu ilk filminde Akad sinemamızın övünç kaynağı eserlerinden birine imza atmış. Gani Turanlı’nın görüntüleri, zaman zaman abartılı kullanılsa da Yalçın Tura imzalı müzikleri, oyunculuklar ama tümünden önce Akad’ın yalın ama güçlü sinema dili ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma bu.

Alim Şerif Onaran’ın kendisi ile yaptığı uzun röportajı içeren ve yönetmenin adını taşıyan kitapta Akad
İstanbul’a göç edenleri “…Gelirken bir ormana geldiklerinin bilinci içinde geliyorlar. Ve bir ormanda yaşamanın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar” diye tanımlıyor bu film hakkında konuşurken. Akad kendisine ait olan senaryoda ayakta kalmak, yükselmek ve daha fazla kazanmak uğruna sadece yırtıcı ve kırıcı olmakla kalmayıp, kendileri de gerçekten vahşileşen bir aileyi ele alıyor benzersiz ve çok iyi çizilmiş karakterler eşliğinde. Bir yandan yereldeki doğru/yanlış geleneklerini muhafaza eden (hasta çocuğu doktora götürmek yerine okuyup üfleyerek iyileştirmeye çalışmak, aile içinde koşulsuz bir dayanışmaya girmek, dini değerleri korumak) ama öte yandan gerektiğinde bu değerlerin tam tersi yönünde hareket edebilen ailenin yürek parçalayıcı bir hikâyesini karşımıza getiriyor Akad. İstanbul’a gelen ama gecekondularının avlusundan nerede ise hiç ayrılmadan yaşayan kadınlar (“Evden çıkmadıktan sonra gök aynı gök”), geleneklerindeki paylaşmayı unutup tek bir zeytin tanesinin hesabını yapmaya dönüşen erkekler ve tümü bir yandan büyük şehire açılmaya çalışırken öte yandan daha da büyük bir hızla içine kapanan bireyler. Yaşadıkları yozlaşmanın en bariz örneği olarak, bakkalında oğlunun içki sattığını bilmemezliğe gelen hacı baba karakteri hikâyenin temel derdini de ortaya koyuyor aslında. Hızla yozlaşan ama bunun üzerini kendisini de ikna edecek şekilde ustalıkla örten bireyleri anlatıyor filmimiz.

Akad hikâyede köyden gelip sadece almak ve satmak üzerine kurulu ve toplumsal açıdan bir artı değer yaratmayan ticaret işinin peşine düşen bu ailenin karşısına biraz şematik çizilmiş görünen başka bir aileyi koyuyor. Her ikisi de fabrikada işçi olarak çalışan, erkeğin bıyıklarından solculuğunu anlayabileceğimiz, kadınınsa giyim kuşamı ve hayata bakışı ile açık fikirliliğini hissettirdiği iki kişilik bir aile bu ve tüccar ailenin tersine üretimin gücünü ve “kutsallığını” temsil ediyorlar hikâyede. Akad idealize ettiği bu aileyi filmin finali ile de uyumlu bir biçimde örnek olarak gösteriyor seyircisine ve köyden kente göçün doğru rotalarından biri olarak sergiliyor. Akad’ın senaryosu, evet zaman zaman Yeşilçam’ın melodram havalarının izini az da olsa taşıyor görünüyor ama bu üzerinde durmaya değmeyecek kadar soluk bir iz açıkçası. Öyle ki filmin trajedisinin temasının önüne geçmesine izin vermeden, sadece hikâyenin derdini daha açık anlatabilmesine aracılık etmesini sağlamış bile denebilir senaryo için.

Hülya Koçyiğit’in aksamadan ve hiçbir zaman altına düşmediği çizginin sık sık üzerine çıkarak sürüklemeyi başardığı filmde diğer oyuncular da klasik Yeşilçam oyunculuklarından hemen tamamen sıyrılmayı başarmışlar ve filmin yalın ve güçlü sesine katkıda bulunmuşlar. Aynı yıl oynadığı “Canım Kardeşim” filminde olduğu gibi burada da hasta bir çocuğu yine başarı ile canlandıran çocuk oyuncu Kahraman Kıral ise ayrı bir selamı hak ediyor. Filmdeki başarısında elbette onu filmin tüm sadeliği ve doğallığının bir parçası yapmayı başarmış Akad’ın ciddi bir payı olsa gerek. Yönetmen bir melodramın abartılı parçası olabilecek tüm sahneleri seyircisine adeta “sizi ağlatmak için değil, düşündürmek için gösteriyorum tüm bunları” tavrı ile sergilerken, Kıral’ı da etkileyici bir araç olarak kullanmayı başarıyor.

Ve Akad’ın mizanseni ve Gani Turanlı ile birlikte oluşturduğu, her türlü süsten arındırılmış görüntüleri. Yönetmen otobiyografisinde “Orta mesafedeki boy çekiminde olmalarına karşın oyuncularımın daha yakınımızdaymışlar gibi varlıklarını duymak istiyordum. Böylece, dramatik gerilimi, birilerine bakan oyuncuların kısa baş çekimleri yerine, üslubuma uygun sahne düzenlememle, dramı, oyuncular arasına düşmüş bir titreşim olarak duyurmayı tasarlıyordum“ diye özetliyor bu filmdeki tarzını ve daha önce başka hiçbir görüntü yönetmeninden alamadığı bu sonucu kendisine sağlayan Turanlı’ya övgüler yağdırıyor. Sinemamızda Akad gibi yaptığı işe saygı duyan, onun üzerine kafa yoran ve derdini bu tür cümlelerle ifade edebilen kaç yönetmen olduğunu düşününce, yönetmenin Yeşilçam’ın o zor koşullarında ürettiği her esere bir kez daha saygı duymak gerekiyor kuşkusuz. Alıntılan bu ifadesindeki arzusunu tam anlamı ile yerine getirdiğini ve o titreşimi seyircinin yüreğinde tam anlamı ile hissettirdiğini söyleyelim yönetmenin. Akad sık sık başvurdğu orta mesafedeki boy çekimleri ile gerçekten de seyirciyi hikâyenin içine çekmeyi başardığı gibi, onu belli bir mesafede tutmayı da becererek karakterlerle özdeşleşmenin dozunda kalmasını sağlamış kesinlikle. Akad bir alkışı da kurşun dökme sahnesi için hak ediyor. Burada nerede ise fantastik sinemadan kareler gibi görünen anları, biçimsel olarak filmin genelinden bu kadar farklı olmasına rağmen doğallığı etkilemeyecek ve hiçbir ucuz numara etkisi yaratmayacak şekilde kullanmış kesinlikle yönetmen.

Tümünde baş karakteri Hülya Koçyiğit’in oynadığı üçlemenin bu ilk filmi aslında en çok öne çıkanı da oldu sinemasal değeri açısından. Üçlemenin diğer iki filmi ve bir başka filmden sonra Akad sinemamıza başka bir katkı sağlama imkânı bulamadı ama TRT için yaptığı ve Faruk Erem’in “Bir Ceza Avukatının Anıları” adlı kitabından uyarladığı filmlerle hem biçim hem içerik olarak, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden uyarladığı eserlerle ise biçimsel olarak televizyonumuzun yüz akı örneklerini verdi. Özetle, “Gelin” Türkiye sinemasının tarihi açısından çok önemli olan ve yetenekli bir sinemacının gözünden ve kaleminden bizlere yansıyan güçlü bir çalışma. Görülmeli.

(Visited 672 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir