“İnsanoğlunun küstahlığı, kendisinin doğanın kontrolünde değil, doğanın onun kontrolünde olduğunu sanmasıdır”
Tüm dünyayı tehdit eden dev canavarlar ve belki de onlara karşı insanoğlunu koruyacak olan “Godzilla”nın hikâyesi.
İlk kez 1954 yılında, Ishirō Honda’nın Japonya yapımı “Gojira” adlı filmi ile sinema dünyasına giren dev canavar Godzilla için bu filmden altmış yıl sonra çekilen bir ABD – Japonya ortak yapımı. Dave Callaham’ın hikâyesinden Max Borenstein’ın senaryosunu yazdığı ve Gareth Edwards’ın yönettiği film bu popüler canavarı görkemli bir şekilde tekrar sinemaya taşımayı hedefleyen ve devam filminin planlandığı ve getirdiği gişe geliri düşünülürse bu hedefi de tutturmuş görünen bir çalışma. Devasa setler ve bilgisayar destekli ve göz alıcı efektler filmi bu türden hoşlananlar için hayli cazip bir konuma oturtuyor kuşkusuz. Eğer meraklısı değilseniz bu türün, filmin nerede ise hikâyesizliği ve genel olarak yüzeyselliği pek de mutlu etmeyecektir açıkçası. Başroldeki Aaron Taylor-Johnson’un oyunu kadar düz ve ruhsuz aslında film; ne var ki bu problem tüm o efektlerin ve setlerin büyüsüne kapılmayanlar için bir anlam ifade ediyor. Diğerleri ise, keyifle tadını çıkarabilirler filmin.
Gozdilla daha önceki filmlerde veya çizgi romanlarda kimi zaman zararlı bir canavar, kimi zamansa bu “canavar” özelliğini korumak ve tehditkâr havasını muhafaza etmekle birlikte insanlık için faydalı şeyler de yapan bir varlık olarak gösterilmiş. Bu filmde ise, Godzilla işte bu ikinci türden bir hikâyenin kahramanı oluyor ve insanoğlunu yok olmaktan kurtarmaya soyunan bir canavar rolüne bürünüyor. Hikâyedeki bir Japon bilim adamının deyişi ile, doğanın düzenini ve dengesini tekrar kurma gücüne sahip olan Godzilla nükleer testlerin sonucunda tekrar canlanan bir tarih öncesi yaratık özet olarak. Bu çıkış noktası hikâyenin atom bombasının dehşetini yaşamış ilk ve tek ülke olan Japonya kaynaklı olmasını da açıklıyor aslında ve bu çevreci ve barışsever tema filmin hikâyesinde kesinlikle yerini bulmuş, alkışlanması gereken bir husus olarak. Bu açıdan bir problemi yok hikâyenin ama açıkçası ortada bir hikâye olduğu hayli tartışmalı. 1954 yapımı ilk Godzilla filminin yönetmeni Honda’nın söylediği “Canavarlar doğuştan çok uzun, çok güçlü ve çok ağırdırlar ve bu da onların trajedisidir” sözündeki derinliğin hayli uzağına düşüyor film ve ne Godzilla’nın ne de yok olmanın kıyısına kadar gelen insanın trajedisini geçirebiliyor seyirciye. “Çiftleşmek isteyen” iki dev canavar ile onların neden olduğu yıkımı engelleyebilecek tek güç olan Godzilla’nın savaşını anlatıyor hikâye ve tüm diğer karakterler de (insanlar bir başka deyiş ile) bu hikâyede nerede ise sadece bir figüran vazifesi görüyorlar. İnsanların ne yaşadığı sadece görkemli yıkım sahnelerinin malzemesi olunca, filmin canavarlara odaklanmasını bekliyorsunuz en azından ama orada da yönetmenin tercihinden kaynaklanan ciddi bir sıkıntı var. Yönetmen Gareth Edwards’ın filmi çekerken Speilberg’in 1975 yapımı “Jaws – Denizin Dişleri”nden esinlendiği söylenmiş ve canavarın göründüğü zamanlardan çok görünmediği zamanlarda hissettirdiği varlığı ile korkutucu olmasını hedeflemiş ve buna uygun olarak sahneye geç çıkartmış onu. Ne var ki Spielberg’in filminde müthiş bir sonuç yaratan bu tercih burada pek de işe yaramış görünmüyor. Buna Godzilla sahnelerinin tamamının gece karanlığında geçmesini de ekleyince ortaya pek de korkutan veya gerilim yaratan bir atmosfer çıkmıyor maalesef.
Filmin başında kısaca görünen ve sonra ortadan kaybolan (öldüğü için) bir karakteri oynamaya Juliette Binoche’u yönetmen Edwards’ın mektubu ikna etmiş ama açıkçası bu sıradan ve kısa rolde herhangi bir oyuncu yer alabilirmiş görünüyor. Aslında sadece bu rol değil, diğer hiçbir karakter öne çıkmıyor hikâyede çünkü hiçbiri “çizgi romanın iki boyutluluğu”ndan kurtaramamış kendisini. Senaryo onları bir klişe cümleden diğerine, bir klişe sahneden diğerine atarken, bu karakterleri canlandıran oyunculara da pek iş düşmemiş. Bunun sonucu olarak başta başroldeki Aaron Taylor-Johnson olmak üzere, oyuncular kendilerini hemen hiç sıkmadan oynamışlar. Johnson’un bir trende geçen ve hikâyeye hiçbir katkısı olmayan (evet, klişe bir “son anda küçük bir çocuğu kurtarma” sahnesine kaynaklık etmek gibi bir işlevi var ama bu da zaten senaryonun yüzeyselliğinin örneklerinden biri sadece) sahneden binlerce insanın olduğu bir karmaşanın içinde birbirlerini hemen buluveren karakterlere (evet, böylece film bize umut ve gözyaşı sunmuş oluyor!) kadar sıkıntılı bir senaryo bu ve hikâyesinin insanlarla ilgili boyutunu ciddiye almayı hayli zorlaştırıyor. Yönetmen de oyunculukları pek dert etmiş görünmüyor zaten; Ken Watanabe’nin tüm sahnelerinde “dehşet içinde bakan adam” ifadesi ile oynamasının açıklaması da bu olsa gerek.
Alexandre Desplat’ın başarılı müziğinin dikkat çektiği film çekici açılış jeneriğinde şık ve esprili bir şey yapıyor ve hikâye ile ilgili kimi sırları/açıklamaları çok kısa bir süreliğine gösterip, sonra yok ediyor. Meraklısı buralarda ne yazıldığını buradan bulup okuyabilir. Bu şık hareketin dışında filmi canavar aksiyonu olarak tanımlamak ve bu tanımın içini dolduduğu kadarı ile takdir etmek ve seyretmek gerekiyor. Sonuçta çarpıcı ses ve görsel efektler, canavar tasarımları ve setleri ile filmin bu alanlardaki etkileyiciliği ortada. Canavar kahramanı ile insan kahramanı arasında hemen hiçbir ilişki kurmayan senaryoyu ciddiye almaya ise hiç gerek yok.