Gone Baby Gone – Ben Affleck (2007)

“Gençken rahibe cennete nasıl gidebileceğimi ve kendimi dünyadaki tüm kötülüklerden nasıl koruyabileceğimi sormuştum. Bana Tanrı’nın kullarına söylediğini söyledi: Sen kurtların ortasındaki bir kuzusun. Yılan gibi akıllı ama güvercin kadar masum olmalısın”

Küçük bir kızın kaçırılmasını araştıran iki özel dedektifin hikâyesi.

ABD’li yazar Dennis Lehane’ın 1998 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir film. Lehane’ın Patrick Kenzie ve Angela Gennaro adlı iki özel dedektifin maceralarını anlattığı altı ayrı romanından biri olan kitaptan yola çıkan senaryoyu Ben Affleck ve Aaron Stockard yazarken yönetmenlik koltuğunda Affleck oturmuş. Zengin oyuncu kadrosunun dikkat çektiği ve Affleck’in ilk uzun metrajlı çalışması olan film seyre değer bir polisiye olarak nitelendirilebilir. İlk yarısı daha standart bir düzeyde ilerleyen film, hikâyesi farklılaştıkça ve klişelerden ayrılıp seyirciyi şaşırttıkça daha ilgi çekici bir hâle kavuşuyor. Affleck anaakım sinema dilinden pek ayrılmayarak hemen hiç risk almasa da filmini bir ölçüde farklı kılmış yine de ve sayısı oldukça az olsa da kimi mizansen tercihleri ile nispeten özgün bir hava yaratmış. Filmin girişindeki “mahallemiz ve insanları” görüntüleri ile yarattığı umudu ise sonradan tamamen yıkıyor film ve bir ticari Amerikan filmi olduğunu hatırlayarak kendisini süratle “toparlıyor”.

Umut veren bir şekilde başlıyor film: Özel dedektiflerden biri olan Patrick, mahallesi ve orada yaşayanlar üzerine bir şeyler söylüyor bize ve aile olmaktan vs. söz ediyor. Yoksul veya orta gelirli insanların yaşadığı bir mahalle bu, tanık olduğumuz görüntülere göre. Sonra dört yaşında bir kızın kaçırıldığını öğreniyoruz ve kızın dayısı ve onun eşi iki özel dedektiften yardım istiyor bu konuda. Daha önce genellikle borçlarını ödemeyip kaçanların peşine düşmüş olan dedektiflerden Angela işi almayı pek istemese de Patrick’in gösterdiği arzu ile kızı araştırmaya başlıyorlar. Küfürbaz ve sorumlu bir anne çıkıyor karşılarına ve hikâye ilerledikçe kadının kokain kullandığını ve alkol sorunu olduğunu öğreniyorlar. Daha sonra uyuşturucu çetesinden pedofil bir adama ve suçlu polislere kadar uzanan öğelerle ilerliyor hikâye ve ilk yarısında daha çok bir polisiye dizisinin iyi yazılmış bir bölümü havasını taşıyor. İkinci yarıda asıl gerçekleri öğrenmeye başladıkça hikâyenin klişelerden uzaklaştığını ve görünenlerin arkasındakileri göstermeye başladığını görüyorsunuz ve açıkçası bu noktadan itibaren farklılaşıyor film. Finalde dedektif Patrick’in -ortağının karşı çıkmasına rağmen- yaptığı seçim seyirci için de bir, hatta iki tartışma konusu açıyor: İnsan değişir mi ve doğru olan yasal değilse ne yapmalı? Final sahnesi -filmin en başarılı sahnesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz bu bölümün- bu iki sorunun da altını çizerken filme sağlam bir son sağlıyor. Bu sorulara eklenebilecek bir soru daha var: Patrick’in pedofil adam uyguladığı yargısız infazın doğruluğu. Onun pişman olduğu bu infazı ortalama seyirci, daha doğrusu ortalama bir birey muhtemelen doğru olarak görecektir ama film çok net dile getirmese de Patrick’in pişmanlığının yanında duruyor gibi.

Sorular sorabilmesi ve seyirciyi düşündürtmesi önemli olan film mizansen açısından pek aksamıyor ve hatta zaman zaman Affleck klasik kamera açılarından uzaklaşıp bağımsız bir hava da yakalamaya çalışıyor. Ne var ki yönetmenin bu “riskli” sularda fazla gezinmiyor ve klasik dile bağlı kalıyor çoğunlukla. Buna karşılık deneyip başaramadığı bir şey var: Uyuşturucu çetesi lideri ile dedektiflerimizin konuşma sahnesinde epik bir hava yaratmaya çalışmış Affleck ama bunu hiç başaramadığı gibi hikâyenin zatan buna pek de ihtiyacı yokmuş. Bu çaba filmin farklı bölümlerinde de hissediliyor ama sonuca ulaşmayan bir çaba bu kesinlikle.

Olay örgüsünü oluşturan öğelerin fazlalığının zaman zaman dağılmaya, daha doğrusu konsantrasyon kaybına neden olması, kahramanımızla kötü adamın yüzleşme sahnesinin kaçınılmaz bir şekilde karşımıza çıkacak olmasının verdiği tanıdıklık duygusu ve hikâyenin birden fazla kez sona erdiği havasına engel olunamaması gibi kusurları da olan film amaçladığı “kara film” atmsoferini de üretememiş görünüyor. Yine de düzgün anlatılmış ama bundan da önemli olarak sorular sorması ile ilgiyi hak eden bir film bu. Zengin kadrosu (Casey Affleck, Ed Harris, Michelle Monaghan, Morgan Freeman, Amy Ryan vs.) pek çok seyirci için bir cazibe kaynağı olacaktır muhtemelen ama kaybolan kızın annesi rolündeki Amy Ryan’ın ve biraz da Casey Affleck’in performansları özellikle öne çıkıyor ve diğer oyuncuların idare eden (Freeman için idare ediyor bile demek zor aslında) performansları yanında parlıyorlar açıkçası.

(“Kızımı Kurtarın”)

(Visited 194 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir