Gone Girl – David Fincher (2014)

“Karımı düşündüğümde hep kafası gelir gözümün önüne. O güzel kafasını parçalayıp, beynini ortaya dökerek ondan bir şeyler öğrenmeye çalıştığımı hayal ederim. Her evlilikteki kaçınılmaz sorular: “Ne düşünüyorsun?, Nasıl hissediyorsun?, Birbirimize ne yaptık?”

Karısının aniden ortadan kaybolması üzerine tüm kuşkuların kendisinde toplandığı bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Gillian Flynn’in kendisinin aynı adı taşıyan romanından uyarlayarak yazdığı, yönetmenliğini David Fincher’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Bir gizem ve gerilim hikâyesini hakkını vererek anlatan, Oscar’a aday gösterilen Rosamund Pike’ın peformansı ile göz doldurduğu, temposunu hep dozunda tutan ve her karesi ile Hollywood ustalığından izler taşıyan bir film bu ve kendisini ilgi ile ve rahatlıkla seyrettiriyor. Buna karşılık filmin dozunu gittikçe artırdığı ve “bu kadarı da fazla” dedirten tavrı ve hatta saçmalığa varan yaklaşımı gibi çok önemli bir kusuru da var ki rahatsız olmamak mümkün değil.

Eğer bir “gerçek” (yaşanabilir, mümkün anlamında) hikâye anlattığınızı söylüyorsanız uymanız gereken asgarî bir gerçekçi hava ve çok da fazla dışına çıkmamanız gereken bir çerçeve olmalı; en azından bir ironi peşinde değilseniz uymanız gerek bir kural bu. Bu filmde ise Fincher ve romancı/senarist Flynn böyle bir üzeri örtülmüş -o kadar gizlenmiş ki anlamak pek mümkün değil- bir ironi (ya da kara mizah) peşinde olsaydı, film bu mizahı yeterince güçlü yaratamamış diye düşünebilirdiniz ama burada tam da Holywood’a yakışan, ondan beklenen bir tavırla doğrudan anlatılmış, ima etmeyi değil doğrudan söylemeyi tercih eden bir sinema dili var; böyle olunca da özellikle ikinci yarısında çığrından çıkan saçmalıklarla dolu bir hikâye seyretmek durumunda kalıyoruz. Fincher’ın usta anlatımı, Pike’ın çarpıcı performansı (şüphelenilen kocayı canlandıran Ben Affleck için söylenebilecek en iyi söz, kötü oynamadığı olabilir) ve gerilimi/gizemi canlı tutmayı becermesi ile film bu saçmalıkları ortalama bir seyirci için önemsiz kılacaktır kesinlikle ama yaptığı -eğer yapıyorsa- kara mizahı yine kendisinin her karesinde ret ettiğini söylemek gerekiyor filmin.

Evliliklerinde beşinci yıllarını bitiren ve ilk günkü mutluluklarını çoktan geride bırakmış çiftin hikâyesini Fincher kendisinden beklenecek ustalıkla anlatıyor. Örneğin açılış sahnesi tam da bu hikâyeye yakışan ve akıllıca oluşturulmuş atmosferi ile önemli bir başarı örneği olmuş: Sabahın erken bir saatinde kasabanın ıssız sokaklarında gezinen kamera yatak kıyafeti ile sokağa çıkmış ve etrafına bakınan bir adamı getiriyor karşımıza. Bir süre sonra adamın karısının aniden kaybolduğunu öğreniyoruz ve tüm kasabanın, medyanın ve polisin baş şüphelisi de bu adam oluyor hızlı bir şekilde. Hikâye ilerledikçe de önce erkeğin, sonra da kadının sırları birer birer ortaya çıkmaya başlıyor ve seyircinin kendi kuşkusundan da kuşkulanması sağlanarak gizem duygusu diri tutuluyor. Bu başarının en büyük aracı filmin genellikle paralel bir anlatımla geçmişi ve bugünü birlikte getirmesi karşımıza. Kaybolan kadının günlüğü geçmişte “yaşananlar”ı anlatırken biz de bugün polisin soruşturması üzerinden sırrın çözülmeye çalışılmasını izliyoruz. Bu ikili anlatım seyirciyi zorlama olmayan, “dürüst bir şaşırtmaca” içine alırken merak duygusunun da canlı kalmasını sağlıyor.

Ana karakterlerin ikisi de (kadın ve kocası) ahlâkî açıdan pek de doğru noktada değiller ve senaryoyu kendi romanından uyarlayarak yazan Flynn bu durumu onların “yaşadıkları toplumdaki ekonomik çöküntü” ile ilişkilendirdiğini söylemiş. Ne var ki -her ne kadar evlilikteki problemler adamın işsiz kalması ile başlıyor gibi gösterilse de- seyrettiğimiz hikâyenin kesinlikle böyle bir savı yok ve tıpkı medya eleştirisi ve New York – Missouri çatışması üzerinden dile getirilen sınıf farkı çatışmasının daha önce defalarca seyrettiğimiz bir içerikten öteye geçememesi gibi bu da kaybolup gidiyor filmin geneli içinde. Kütüphanedeki sevişmeden tutkulu âşığın elinden kurtulmaya ve herkesi kandıran tüm bir oyunun (hatta oyunların) planlanması ve icra edilmesinden karakterlerden birinin sonsuz psikopatlığına televizyondaki popüler avukatın tutulmasından yirmi yıl süren bir tutkuya kadar filmin gösterişli bölümleri ise gerçekdışılığa varan içeriklere sahip ve film doğrudan komedi olarak çekilip bir “Fatal Attraction – Öldüren Cazibe” parodisi de olabilirmiş açıkçası. Abartılan şiddeti veya Affleck’in çıplaklığı için zorlama ile yaratılmış bir duş sahnesini de ekleyebiliriz filmin aksayan bölümlerinin arasına. Pek çok klişeyi veya temayı kullanıp onlardan bir satir yaratmak isteyen ama kendisi eleştirdiklerine dönüşen bir film bu. Yine de Fincher’ın becerikli elleri sayesinde özellikle gizem ve gerilim tutkunları için seyretmesi keyif verici bir çalışma kesinlikle.

(“Kayıp Kız”)

(Visited 237 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir