Green Zone – Paul Greengrass (2010)

“İstihbarat raporlarıyla bizim arazide gördüklerimiz arasında bir uyumsuzluk var. İstihbaratta sorun var, efendim!”

Amerikan ordusunun Saddam’ı devirmek için Bağdat’a girdiği sırada kitle imha silahlarını bulmaya çalışan ama her operasyondan eli boş dönmesi üzerine istihbarat raporlarının doğruluğunun ve kaynağının peşine düşen bir askerin hikâyesi.

Amerikalı gazeteci Rajiv Chandrasekaran’ın “ Imperial Life in the Emerald City: Inside Iraq’s Green Zone” adlı kitabından uyarlanan, senaryosunu Brian Helgeland’ın yazdığı ve yönetmenliğini Paul Greengrass’ın üstlendiği bir ABD, Birleşik Krallık, İspanya ve Fransa ortak yapımı. Politik ve ekonomik çıkarlar için girişilen bir savaşa mazeret üretmek için Irak’ta kitle imha silahı olduğu istihbaratını uyduran ve peşinden hemen tüm Batı ülkelerini sürükleyen ABD’nin bu yalanının ortaya çıkmasını sağlayan bir askeri anlatan film gerçek karakterlerden ve olaylardan esinlemiş olsa da tamamı ile bir kurgu hikâye anlatıyor bize ve -bir parça yüzey olmak pahasına özetlersek- kötü Pentagon’a karşı iyi CIA’in veya kötü Amerikalılara karşı iyi Amerikalıların mücadelesini sergiliyor. Sıkı bir gerilim ve aksiyonu olan film özellikle son bölümlerinde bu yanını fazlası ile öne çıkarırken, tipik bir liberal bakışı ile de seyirciyi avlamaya çalışıyor. Matt Damon’ın başrolde hem bir aksiyon kahramanı hem gerçeklerin peşine düşen bir dürüst adam olarak görevini yerine getirdiği filmde Iraklı gazi rolündeki Khalid Abdalla performansı ile göz dolduruyor. Bu tipik liberal Amerikan filmi sisteme ve düzene değil, içindeki aktörlerin iyiliğine ve kötülüğüne odaklanan ve sonuçta asıl resmi görmenize de engel olan bir çalışma.

Patlama sesleri, askerlerin telsiz konuşmaları ve haber bültenleri ile 19 Mart 2003’te başlıyor film. Amerikan ordusunun Saddam’ı devirmek için Bağdat’a düzenlediği hava harekâtının tanığı oluyoruz ilk olarak. Ardından hikâye dört hafta sonrasına atlıyor ve kitle imha silahlarını bulmak için yaptıkları bir baskından daha eli boş dönen kıdemli başçavuş Miller ve askerlerinin operasyonunu izliyoruz. Bundan sonrası bu silahlarla ilgili yanlış raporların kaynağını ve nedenini araştıran Miller’in CIA’den de aldığı destekle nerede ise tek başına ABD’nin Irak Savaşı’nın arkasındaki yalanını ortaya çıkarmasına dönüşüyor ve benzeri tüm liberal filmler gibi bir bakıma düzeni temize çıkarırken, bu düzen içindeki kötü insanları afişe ediyor. Fimin yönetmeni Greengrass ve başrol oyuncusu Damon da bu liberallerden ama Damon Irak Savaşı’na karşı açıkça muhalefet ederken, Greengrass savaş fikrini sevmese de Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair’in savaş yanlısı görüşünü desteklemiş, sonradan buna pişman olsa da. Damon’ın canlandırdığı Miller karakterinin esin kaynağı olan ve çekimlerde danışman olarak çalışan Amerikalı asker Richard Gonzales ise senaryonun savaşın tek gerekçesi olarak kitle imha silahları yalanını göstermesinden rahatsız olmuş. Blair’e güvenmenin aptallık olduğunu ve bu yalanın tüm dünyaya bir savaşı pazarlamak için nasıl kullanıldığını hatırlayınca filmin içeriği için çok da umut vermiyor elbette.

Fas, İspanya ve İngiltere’de çekilen filmde Damon’ın karakterinin hikâyenin sonunda gerçeği ortaya çıkarıp tüm dünya basınına raporunu iletmesinden sonra yapması gerekeni yapmayıp, -kutsal- vazifesine devam ederek Amerikan ordusunun “dünyaya demokrasi getirmek” misyonunun parçası olmayı sürdürmesi elbette beklenen bir sonuç bir Hollywood filmi için. Kaldı ki CIA gibi bir örgütü -“gerçekçi” davranmasının sonucu olsa da- olumlu konumda gösteren bir filmin içerik değeri doğal olarak tartışmalı. Yine de filmin Irak Savaşı’nın arkasındaki Amerikan yalanlarını ortaya dökmesi, gazetecilerin iktidar tarafından kullanıldığını göstermesi ve dışarıdan müdahalelerin ülkelere -hemen her zaman- barışı değil, kaosu getirdiğini kanıtlaması gibi kesinlikle hayli önemli yanları olduğunu da söylemek gerek. Sonuçta kendisini dünya düzeninin patronu olarak gören bir ülkenin ve onun kurumlarının neden olduğu ölümler ve trajedileri de gösteren bir film bu.

Girişteki hızlı kurgu, tempolu anlatım ve el kamerası kullanımının da katkı sağladığı atmosferini hemen tüm süresi boyunca sürdüren film, adını aldığı “Green Zone”un içindeki ve dışındaki hayatların farklılığını hem görsel ögelerle hem hikâyesi ile göstermek ve iktidar savaşlarının milliyetçilik, vatanseverlik ve demokrasi getirmek gibi havalı kelimeler arkasına saklandığını sergilemek gibi çekicilikler barındıran bir çalışma. Açılış sahnesindeki teknik başarısını zamana karşı yarış havası içeren tüm final bölümüne kadar genellikle sürdüren filmde Miller karakterinin bir “one-man show” yapması ve benzeri gerçekçilik problemleri (örneğin eski bir asker olsa da Iraklı gazinin tüm o kaos ve hengâme içinde birisini öldürebilmesi), sonlara doğru aksiyonun fazlası ile öne çıkması, dikkatli seyirciler hariç politik içeriği bir parça geri plana atması ve iki karakterin (kötü Amerikalı asker ve Amerikalılarla işbirliği yaparken aldatılan Iraklı general) ortadan kaldırılma şeklinin bir parça fazla zorlama görünmesi gibi kusurlar da var. Karakterlerinin iyiliğini ve kötülüğünü zaman zaman kalın çizgiler ile belirleyen film bütün önemli problemlerine karşın, iyi bir gerilim ve aksiyon filmi olarak izlenebilecek, eleştirel ve liberal bakışının gizlediği gerçeklere dikkatle bakılması gereken bir çalışma. Mat Damon’ın -senaryo tarafından Jason Bourne karakterine büründürülmesine rağmen- iyi oynadığı ve hiç aksamadığı filmde Amy Ryan’ın, canlandırdığı gazeteci karakterinin senaryo tarafından ihmal edilmesi nedeni ile kendisini gösteremediğini de belirtelim son söz olarak.

(“Yeşil Bölge”)

(Visited 80 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir