“Onlardaki güzelliği göremeyişimiz, hayatlarına yaptığımız müdahale, topraklarına karşı duyduğumuz arzu, hırsımız ve kibirimiz: Onları öldüren bunlar”
1800’lü yıllarda Hawaii’ye gelen ilk Amerikalı misyonerlerin ve adanın değişiminin hikâyesi.
Nesillere yayılan hikâyeler içeren hacimli romanları ile tanınan ABD’li yazar James A.Michener’in aynı adlı ve altı bölümlük romanının misyonerlerin Hawai’ye gelmesi ve yerleşmesini anlatan üçüncü bölümünden uyarlanan film yönetmen George Roy Hill’in epik türdeki ilk ve tek çalışması. Bu filmin gişede gördüğü ilgi üzerine 1970’de kitabın daha sonraki bölümlerini kapsayan ve Tom Gries’in yönettiğii “Hawaiians” adlı bir devam filmi de çekilmiş. Epik türün özelliği olarak uzun yıllara yayılan ve süresi de hayli uzun (orijinali 189 dakika süren filmin gösterime çıkarılan versiyonu 162 dakika) olan film, Hawaii halkının “doğal yaşamı ve naif inançları” ile misyonerlerin onlara kazandırmaya çalıştığı “ahlâklı yaşam ve Tanrı sevgisi” arasındaki çelişkilere de değinen ve misyonerlik faaliyetlerinin ve sonrasındaki beyaz yerleşimcilerin neden olduğu değişim ve dönüşüme genel olarak olumsuz yaklaşan bir çalışma. Yine de senaristlerinin arasında Hollywood’daki komünist avı döneminde kara listeye alınmış olan Dalton Trumbo ve başarılı bir başka isim Daniel Taradash’ın da bulunduğu filmden bu konularda çok farklı beklentisi oluyor insanın filmi seyretmeden önce. Hollywood klişelerinden kendisini kurtaramamış, uzun süresine rağmen bazı bölümlerinde hızlı ve yüzeysel bir yaklaşımın kurbanı olmuş ve rahat seyredilebilen bir çalışma karşımızdaki.
Uyarlandığı romanın ilk iki bölümünü güzel Hawaii görüntüleri eşliğinde sözlü ve kısa bir prolog ile geçiştiren filmin hikâyesi bu prolog olmasaymış da bir şey kaybetmezmiş ama filmin zaman zaman kullanmaktan kendisini alamadığı egzotik öğelerin ilk örneği olarak bu görüntülere ihtiyacı varmış anlaşılan. “Tanrı’yı anlatmak ve medeniyeti öğretmek” amacı ile adaya gelen misyonerlerin hikâyesinde film özet olarak kibirden uzak, yerli halkın geleneklerine mümkün olduğunca saygılı (bu saygı kesinlikle mümkün olduğunca çünkü Hawaii halkının gelenekleri arasında ensest ilişkiler de var!) ve Tanrı korkusunu değil sevgisini içeren bir anlayışı doğruluyor. Bunu yaparken de bir doktorun ağzından beyazlar gelmeden önce cennet gibi olan adanın, beyazlardan sonra tanıştıkları ve bağışıklıkları olmayan hastalıklar ve yozlaşma sonucu nasıl da yok olmaya doğru gittiklerini söylemekten çekinmiyor. Finalde kilisenin önderliğinde kimi misyonerlerin toprak yağmasına girişmesini de sergilemekten geri durmuyor üstelik. Evet film bunları takdir edilecek şekilde yapıyor ama filmin temel çekişme noktasını da “Tanrı’yı getiren beyazlar ile alkolü getiren beyazlar” farkı üzerine oturtuyor ve tarafını ilkinden yana olarak belirliyor. Daha temel bir soru, yerli halkın beyazların Tanrı’sına ihtiyacı olup olmadığı, sorulmadığı gibi sorulmayan bu sorunun cevabının “evet” olduğunu da tüm hikâyeye yaklaşımı ile sürekli olarak vurguluyor film.
Baştaki fırtınalı denizlerde zorlu yolculuk ve sonlardaki kızamık salgını sahnelerini yönetmen George Roy Hill dönemin olanaklarını kullanarak görkemli ve etkileyici kılmayı başarmış. Onun filminin epik yanını sağlamlaştırmasını sağlayan bu sahnelerle birlikte filmin “büyüklüğüne” katkı sağlayan asıl isim ise baş roldeki Max von Sydow. Oyuncu karakterinin kibire varsan hırsını, Tanrı tutkusunu ve adanmışlığını zaman zaman görkemli mimiklerle aktarıyor seyirciye. Eşi rolündeki Julie Andrews filmdeki onca sahnesine rağmen Sydow’un görkeminin altında eziliyor adeta. Kaptan rolündeki ve belki romanda öyle olmasa da filmde varlığı hikâyeye umulan gerilimi ve romantizmi katmayan Richard Harris ise üzerine düşeni yapıyor sade oyunu ile. Adanın Hawaii’li kraliçesi rolündeki Jocelyne LaGarde’ın bu rolünün sinemadaki tek denemesi olduğunu ve başarılı oyunu ile yardımcı oyuncu olarak Oscar’a aday olduğunu da ilginç bir not olarak belirtelim.
Dinsel veya kültürel çatışmaların incelemesinin derinliği çok tatmin edici değil ve aşk hikâyesi olarak da pek etkileyici değil bu film. Oscar’a aday olan şarkısının filmde çok kısa bir süre duyulabildiği ve bu sahneye de daha çok filme şarkı söyleyen bir Julie Andrews görüntüsü katmak için yer vermiş görünen film Russel Harlan’ın etkileyici görüntüleri, dozu biraz kaçmış olsa da egzotizm ve yeterince iyi işlenememiş olsa da romantizmi ile eski usul büyük filmlerden hoşlananlar için yine de çekici olacaktır özet olarak. Kalvinist misyonerlerin nihayetinde emperyalizmin araçlarından biri olduğunu bilinçli bir şekilde anlatmasını beklememek gerekiyor elbette filmden keyif alabilmek için. Bir de filmin arada atladığı dönemlerde yaşanan gelişmeleri (birdenbire adanın görüntüsünün o günlerin sıradan bir Amerikan kasabasına dönüştüğünü görmek gibi sonuçları olmuş bu atlamaların) ciddi anlamda ıskaladığını ve örneğin adanın hangi kıyımlar sonucu bir Amerikan kasabasına dönüştüğünün üzerinde hiç durulmadığını da atlamamak gerek. Tüm bunların da Holywood usulü büyük filmlerden hoşlanmayanlar için filmin sıkıcı görünmesine yol açma ihtimali hayli yüksek.