“Sen benim hayatımdaki bir boşluksun, bir kara delik. Oraya yerleştirdiğim hiçbir şey geri gelmiyor. Seni korkunç özlüyorum. Ci vedremo lassu, angelo (Yukarıda görüşeceğiz, meleğim)”
Lisede tanışan iki genç adamın on beş yıl süren aşklarının ve bu aşkın karşısına çıkan engellerin hikâyesi.
Avustralyalı yazar, aktivist ve oyuncu Timothy Conigrave’in John Caleo ile olan ilişkisini anlattığı ve filmle aynı adı taşıyan kitaptan yapılan bir uyarlama. Eşcinsel bir aşkın önce toplumun normal kabul ettiği değerler, sonra da AIDS ile sınanmasını anlatan bu trajik hikâye özellikle ikinci yarısında etkileyici olmayı başaran bir çalışma. Hikâyenin gerçekliğini destekleyen ve zaman zaman da bu durumu öne çıkaran tercihlerde bulunan film anlattığı aşkın derinliği ile ilgi toplarken, bu aşkın tarafları arasındaki sevginin oluşumunu ve kaynağını yeterince güçlü dile getirememesi nedeni ile olabileceği kadar başarılı değil ama yine de seyrederken kayıtsız kalınamayacak bir çalışma. Senaryosunu, kaynak kitabı önce çok beğenilen başarılı bir tiyatroya oyununa uyarlayan Tommy Murphy’nin yazdığı bu Avustralya filminin yönetmenliğini üstlenen isim ise Neil Armfield olmuş. Sinemasal gücünden çok anlattığının önemli olması nedeni ile görülmesi gereken bu çalışma tüm trajik sonuna ve bunun yarattığı hüzün duygusuna rağmen, aşkı ve onun beslediği umudu hatırlatarak aslında izleyende bir yaşam sevinci de yaratmayı başarıyor ilginç bir biçimde.
1976 yılında lisede tanışan ve birbirlerine her türlü engele rağen korudukları bir aşk ve tutku ile bağlanan, 1985’te AIDS olduklarını öğrenen, 1990’a kadar sağlıklı bir yaşam süren Timothy Conigrave ve John Caleo ikilisinden ilk hayatını kaybeden Caleo olmuş. 1992’de AIDS’in neden olduğu kanserden ölen Caleo’dan sonra iki yılı aşkın bir süre daha hayatta kalan Conigrave ise ilişkilerini anlatan kitabını tamamladıktan on gün sonra ölmüş. İlki 31, ikincisi 34 yaşında ölen bu iki genç adamı anlatan kitap Tommy Murphy tarafından 2006 yılında tiyatroya uyarlanmış öncelikle ve ardından Murphy oyununu bir film senaryosuna da dönüştürmüş. Filmin gösterime girdiği 2015 yılında, Nickolas Bird ve Eleanor Sharpe’ın yönettiği ve “Remembering the Man” adını taşıyan bir belgesel de çekilmiş yine bu ilişkiyi anlatan. Gerçekten de anlatılmaya değer bir aşk hikâyesi bu ve her ne kadar film sinemasal açıdan bakıldığında bu aşkın hakkını tam anlamı ile verememiş görünse de yine de önemli bir çalışma bu ve özellikle “eşcinsel sinema” tarihinde de yerini alan bir eser olmayı başarıyor.
Film zaman içinde farklı yıllar arasında gidip gelerek anlatıyor hikâyesini. Açılış sahnesinde İtalya’daki otelinden telaş içinde koşarak çıkan bir adamı görüyoruz. Ankesörlü bir telefona gelen adam Avustralya’yı arıyor ve John’un “o akşam yemeği”nde yanında mı oturduğunu soruyor telefonu açan kadına. Telefon kesildiği için alamadığı cevap, daha sonra denizde yüzerken bir otel çalışanının kendisine getirdiği not ile ulaşıyor eline: Evet, John o gece yanında oturmuştur Tim’in. Sonra hikâyenin başlangıcına, 1976 yılına gidiyoruz ve biri okulun tiyatro kulübünde olan, diğeri ise okulun Amerikan futbolu takımında oynayan iki genç erkeğin tanışmalarını ve birbirlerine âşık olmalarını izliyoruz. Film adını bir futbol teriminden alıyor; rakip oyuncuyu cezalandırılmayı gerektirecek bir biçimde tutarak durdurmayı ifade ediyor bu terim. Aşkın bu ilk doğuşunu yeterince güçlü ve ikna edici biçimde anlatamıyor film ve iki baş oyuncunun canlandırdıkları liseli genç karakterinden yaş olarak hayli büyük göstermeleri de ayrıca bir parça zayıflatıyor bu bölümü (film çekilirken, Tim’i canlandıran Ryan Corr 26, John’u oynayan Craig Scott ise 25 yaşındaymış). Aşkın kendisine odaklanan hikâyede bu aşkı besleyen kaynakları ve aşkın tarafları arasındaki sevgiyi besleyen ve büyütenin ne(ler) olduğunu yeterince güçlü bir şekilde anlatılamadığını görüyoruz bu bölümlerde ne yazık ki. Ne var ki anlatılan aşk o denli güçlü ve o denli trajik boyutları var ki bu problemi -özellikle ikinci yarıda- kısmen de olsa unutuyorsunuz. İki genç oyuncunun güçlü ve hikâyeye ve canlandırdıkları karakterlere çok inandıklarını kanıtlayan performansları da problemin etkisinin azalmasını sağlıyor.
İki engel çıkyor aşkın karşısına: Ailelerin ve toplumun değerleri ile AIDS. Bunlardan ilki hikâyede anlatıldığı kadarı ile o derecede korkunç değilmiş gibi duruyor. Evet, aileler ciddi tepkiler veriyorlar, âşıkları ayırmak için girişimlerde bulunuyorlar, okulda dalga geçiliyor (bunu görmüyor, duyuyoruz daha çok) ama sonuçta bir korkunç boyuta ulaşmıyor bu durum, özellikle de bizimki gibi toplumlarda bu tepkinin nerelere varabileceğini düşünürseniz. Örneğin Tim’in annesinin tepkisi daha çok “yalnız ve mutsuz bir hayatın olacak” etrafında dönerken, bir tatil sırasında iki âşığı seks yaparken basan arkadaşlarının da pek bir tepkisi olmuyor. Dolayısı ile burada asıl engel AIDS oluyor. Bu hastalığı kapmaları hem etraflarındakilerle ilişkilerini daha da zorlaştırıyor hem de filmin asıl etkileyici sahnelerinin de kaynağı oluyor. Hastalığın keşfinden sonra yaşananlar (hastalığı bulaştırdığı için kendisini neredeyse sevdiği adamı öldürmüş gibi hissetmek, tüm hastane süreci boyunca her bir ânı olağanüstü bir sevgi gösterisine dönüşen bakım ve özen, bir babanın oğluna verebileceği en büyük ödül olarak onu olduğu gibi sevdiğini ve kabul ettiğini gösteren dans, son bir sevişmenin iç burkan hüznü ve güzelliği veya artık yorulan bir insanın sevdiği kişiye ölümün huzurundan söz etmesi vs.) filmin bu etkileyici boyutunun sık sık karşımıza çıkan örnekleri oluyor. Bu etkileyiciliğin zirvelerinden biri de karakterlerin adeta bir klasik tablodaymış gibi yerleştirildikleri ölüm yatağı sahnesi.
Onca sevdiğiniz bir insana sevgilisi olarak değil, sadece arkadaşlarından biri olarak veda etmek zorunda kalmanın hüznü ile dolu olan filmde iki baş oyuncu da işini oldukça iyi yapar ve karakterlerinin gerçekliğini perdeye taşırken, özellikle Ryan Corr dört dörtlük bir performans sunuyor bize. Karakterinin tutkusunu, aşkını, direnişini, yılgınlığını, yalnızlığını, arayışını ve kavgalarını büyük bir oyunculuk gücü ile anlatıyor bize. Anthony LaPaglia, Kerry Fox, Guy Pearce ve Geoffrey Rush gibi ünlü oyuncuların da irili ufaklı rollerde karşımıza çıktığı film dönemin şarkılarından bolca yararlanırken; T-Rex, Bronski Beat, Blondie ve Super Tramp gibi şarkıcı ve gruplar farklı sahnelerde hikâyeye katkı sağlıyorlar eserleri ile. Timothy Congrave’in gerçek annesi ve kız kardeşinin düğün sahnesinde görünmesi, Timothy’nin John ile ilk konuşmalarından birini yaptığı sahnede onun gerçek telefonunun kullanılması gibi seyredene dokunan incelikleri olan film iki başrol oyuncusu arasındaki -klişe ifade ile söylersek- kimya ile de görülmeyi hak eden bir çalışma. Keşke yönetmen Neil Armfield özellikle ilk yarıyı bu kadar düz ve bir televizyon filmi düzeyini aşmayan bir şekilde anlatmasaymış ve keşke kimi diyaloglar zaman zaman bir filmden çok bir tiyatro oyununa uygun düşen bir içeriğe sahip olmasalarmış. Yine de film bittiğinde Tim’in arzusunun yerine gelmiş olduğunu ve John ile tekrar buluştuklarını umut etmenizi sağlıyorsa film, görülmeyi de kesinlikle hak etmiş demektir.