House of Sand and Fog – Vadim Perelman (2003)

“O bir kuş, kanadı kırık bir kuş”

Hayatı dağılmakta olan bir kadın ile Amerika’ya göç etmiş bir İranlı’nın bir evin mülkiyeti üzerindeki üzerindeki kavgalarının hikâyesi.

Bir evin sahipliğinin ve evin kendisinin odak noktası olduğu bu film hikâyesi boyunca pek çok yan temaya ve genellikle başarılı bir şekilde değiniyor; ev ve aile, kendini evinde hissetmek, sosyal statüler, iktidarını yitirme, başkalarını anlama, sorumluluklar ve sevgi. Yönetmen Vadim Perelman bu ilk sinema filminde inceliklerle örülmüş bir tavırla ve özellikle iki oyuncusununun (karı koca rolündeki Ben Kingsley ve Shohreh Aghdashloo) desteği ile başarılı bir drama imza atıyor.

Şah döneminde İran’da albayken devrimden sonra ailesi ile ABD’ye göç eden adam geride bıraktığı statünün ve gücünü kaybetmenin yıkıcı etkisini üzerinden atamamış ve bir yabancı ülkeye sığınmış olmanın kendisinde yarattığı baskı ile mücadele ediyor. Genç kadın ise kendisini terk eden kocasından sonra dağılan hayatı ile ne yapacağını bilemez bir durumda. Burada bir mülkiyet kavgası var ama alışılagelenin aksine tarafların ikisi de bir şekilde kaybetmiş ve zayıf insanlar, ve bir mülkiyet hırsı değil söz konusu olan burada. İki taraf için de ayakta kalabilmelerinin tek yolu sanki bu evin sahipliği. Bu bağlamda da kavgaları saygı duyulacak bir çatışma aslında. Kadının avukatının bürosundaki ilginç komünist temalı afiş “Your Oppression is Our Revolution – Sizin ezilmeniz bizim devrimimiz demektir” ve bu afişin bir devrimden kaçmış adam üzerindeki etkisinden yola çıkıp filmin bir şekilde politik bir söylemi olduğunu iddia etmek mümkün değil elbette ama yine de gerek filmin yukarıda bahsettiğim temel teması gerek afiş gerekse albayın İran’da Şah döneminin istihbarat teşkilatı olan Savak ile bağlantısının olup olmadığının kısa da olsa sorgulanması filmi en azından benzerlerinden bir parça ileriye taşıyor.

Filmin ilginç görüntü çalışmasından da sözetmek gerek. Genellikle farklı sahneleri birbirine bağlarken görüntüye gelen ilginç kareler (hızla hareket eden bulutlar, sis, çarpıcı bir gökyüzü vs.) filme alttan alta sürekli bir tedirginlik duygusu sağlıyor. Müzik de benzer şekilde bu dramın trajediye dönüşme potansiyelin altını sürekli çiziyor ve tedirginliği artırıyor. Bu tercihler ilk başta yadırgatabilir seyrederken ama filme kattığı tedirginlik duygusunu da yabana atmamak gerekiyor. Yönetmen Perelman bir romandan uyarlanan senaryoyu hikâyenin tonuna uygun ama onu bir şekilde rahatsız etmeden şıklık kattığı bir üslup ile yönetiyor. Genç kadında Jennifer Connely’in iyi, polis sevgilisi rolündeki Ron Eldard’ın durgun bir performans verdiği filmde, ailenin oğlu rolündeki Jonathan Ahdout oldukça aksayan bir performans sergiliyor.

1979’dan 2003’e kadar geçen yirmi dört yılda annenin İngilizcesinin neden az geliştiği gibi aksaklıkları ve adamın geçmişinin bir yandan Şah’la fotoğraf çektirecek kadar yakınlık içinde ama bir yandan da deniz kenarında mutlu aile görüntülerini içeren bir parlaklıkla gösterilmesi gibi “nötr” yaklaşımları bir yana bırakırsanız filme getirilecek temel eleştiriler yukarıda bahsettiğim politik söyleminin belirsizliği durumu ve gereğinden fazla sert görünen finali. Tipik bir Amerikan bakışının İran devrimini doğrulamayacağı açık ama senaryo ne devrim öncesi ne de devrim sonrası ile ilgili bir duruş sergiliyor. Filmin sert finali ise evet sert ama çarpıcı bir tercih. Hikâyelerini aktardığı kaybedenler için bir çıkış olmadığını söyler gibi veya kadının örneğinde olduğu gibi her türlü beklentiden veya zorunluluktan uzak gerçek sevgi dışında bir kurtuluş yolu olmadığını.

(“Sisler Evi”)

(Visited 145 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir