Haylaz (Neposlusni) – Mina Djukic : Sırp yönetmen Djukic’in bu ilk uzun metrajlı filmi, senaryosunu da kendisinin yazdığı ve seyrettiğinizde sinemaya bir tazelik getirdiğini hissettiğiniz türden çarpıcı bir eser. Ana akım sinemada göreceğimiz türden bir hikâyesi olmayan film, üç yıl sonra tekrar görüşen ve çocuklukları “sıkı bir dostluk” içinde geçen genç bir erkek ve kadının bisikletleri ile yaptıkları bir yolculuğu anlatıyor. Filmden hak ettiği keyfi alabilmek için seyircinin de tıpkı iki baş karakteri gibi sözcüklere, açıklamalara ihtiyaç duymadan hikâyeye katılabilmesi gerekiyor. Sırbistan kırlarından yakaladığı karelerle ve finaldeki hortum sahnesi ile gücünü sürekli yukarıda tutan bir görüntü çalışması, eğlenceli ve melodileri ile özellikle bize tanıdık gelecek şarkıları, iki genç oyuncusunun çocukluk, gençlik ve yetişkinlik arasında gidip gelen karakterlerini canladırmadaki başarısı ile de önemli bir ilk film bu. Karakterlerini yeterince derinleştirmemiş veya hikâyesi amaçsız görünebilir filmin ki açıkçası bir parça da öyle ve belki de daha önemlisi seyircinin özdeşleşmesini kolaylaştıracak bir aşk havasını yakalayamamış gibi durabilir ama filmin yaratıcılarının zaten böyle dertleri olmamış. Karşımızdaki lirik bir şiir ama kolayca kendinizi vermenizi sağlayacak türden değil mısraları; görüntülerdeki sıcaklığın aksine hikâye genç aşıklar kolaycılığına kapılmıyor; melodisi sıcak ama atonal olmaktan da çekinmeyen bir müzik parçasını andırıyor. Djukic’in ilk filmindeki bu taze bakışı yitirmeden ve özellikle daha güçlü ve derin içerikli bir senaryo ile çekeceği yeni filmleri merakla bekleten bir çalışma.
(“The Disobedient”)
Good Vibrations – Lisa Barros D’Sa / Glenn Leyburn : 1970’lerde geçen film, Punk Rock’ın İrlanda’daki babası olan Terri Hooley adındaki gerçek bir karakterin hayatının bir bölümünü anlatırken, terör olaylarının başını alıp gittiği Belfast’ta naif bir adamın şehrin ölüm ve korku ile dolu sokaklarında müzik aracılığı ile açtığı bir pencereyi karşımıza getiriyor. BBC yapımı olan film bu kurumun alamet-i farikası olan unsurları da barındırıyor ve “tarafsız”, “sorumluluk sahibi” ve “uzlaşmacı” tavrı ile savaşan tüm taraflara üçüncü bir yolun varlığını işaret ediyor bekleneceği üzere. Richard Dormer’ın keyifli bir biçimde canlandırdığı ve içindeki yaşam sevincini hep diri tutan baş karakterinin sevimliliğinden ve hümanizminden, hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkan dönemin başarılı şarkılarından, tüm kadronun uyumlu ve güçlü oyunundan ve yönetmenlerin hikâyeye kattığı dinamizmden ciddi katkı alan film hayli keyifli anlar geçiriyor seyircisine. Dramını ve mizahını dengelemeyi başaran ve bunu en çarpıcı olarak da sokaklarında sürekli bombaların patladığı bir şehirde geçen hikâyeyi seyrederken punk şarkılarına eşlik eden seyircinin bundan rahatsızlık duymaması ile gösteren film, seyri hak eden bir çalışma. Hikâyenin bazen sarkmasına neden olan ve tüm karakterlerine hak ettiği derinliği vermemiş gibi görünen senaryosuna ve sonuçta çok da derinlere inmeyen içeriğine rağmen film, gerçek görüntüleri doğru bir kurgu ile kullanması ile de dikkat çeken bir eser.