“Bir teknenin arkasında suda sürüklediler, bir trenden aşağı attılar, zorla ilaç verdiler ve daha da kötüsü şişme iç çamaşırlarımı patlattılar”
Scotland Yard’ın baş edemediği soygunların faillerini yakalaması için Fransa’dan İngiltere’ye çağrılan dedektif Clouseau’nun hikâyesi.
Sinemada ilk kez 1964 tarihli “The Pink Panther – Pembe Panter” filminde ve yardımcı bir rolde görünen dedektif Clouseau karakterinin 1968 tarihli macerası. Bu kez yönetmen/senarist olarak Blake Edwards ve oyuncu olarak Peter Sellers’ın yer almadığı filmde müzikler de Henry Mancini’ye ait değil. Bu isimlerin yerini sırası ile Bud Yorkin, Alan Arkin ve Ken Thorne almış. Ortaya çıkan sonuç ise arada parlayan birkaç espri ve Clouseau karakterinin doğasından gelen komikliği bir yana bırakılırsa pek de parlak olmamış açıkçası. Sonraki Pembe Panter filmlerinde senarist olarak çalışan Tom ve Frank Woldman kardeşlerin senaryosu maalesef pek keyif vermezken, genel olarak filmin “slapstick” öğeleri de yeterince eğlendirmiyor seyredeni.
Blake Edwards ve Peter Sellers ikilisinin komedinin başyapıtlarından biri olan “The Party – Tatlı Budala” filminin çekimleri ile meşgul olduğu sırada yapımcı firmanın yeni bir Clouseau filmi çekme ısrarı ile ortaya çıkan bir film karşımızdaki. Sonuç ise birkaç keyifli an dışınde genellikle hayli vasat sularda seyrediyor. Espriler genellikle anlık ki onların da parlak olanlarının sayısı filmin süresi için yeterli değil, filmin asıl hikâyesi – soygun ve onu gerçekleştiren kötü adamların hikâyesi- özellikle ilk yarıda nerede ise hep ikinci planda kalıyor ve Clouseau’nun diğer filmlerde hayli keyifli bir içerikle karşımıza getirilen sakar, hatta beceriksiz ama özgüveni çok yüksek ve şanslı karakterinin de sadece hayli silik bir gölgesini görebiliyoruz. Dedektifimizin ilk kez bu filmde giydiği ve sonraki filmlerde standarta dönüşen şapka ve pardösüyü taşıyan Alan Arkin aslında elinden geleni yapıyor filmde ve aksadığı da söylenemez. Sonradan Peter Sellers’ın zaman zaman dozunu kaçırarak tek kişilik bir şova dönüştürdüğü filmlerin aksine Alan Arkin daha kontrollü bir oyun ile karakterinin özelliklerini başarılı bir biçimde sergiliyor açıkçası hikaye boyunca.
Hikâyenin bütünsel ve akıcı bir yanının olmadığı ve esprilerin o ana özgü olarak yapılıp kaybolduğu bir senaryo pek bir yere gidemiyor kuşkusuz ve bu filmin de sıkıntısı o. Esprilerin zamanlaması sıkıntılı, hikâye yok veya pek de umursanmamış gibi görünüyor vs. Tüm bunlara rağmen Alan Arkin’in çabası, sayısı az da olsa birkaç esprisi ve sayısı daha da az olan parlak birkaç sahnesi için (örneğin başlarda yer alan ve dedektifimizin Scotland Yard’lı bir dedektif ile onun ofisinde ilk kez bir araya geldikleri sahne gerçekten çok keyifli) izlenebilir bir film; beklentiyi düşük tutmak kaydı ile elbette.
(“Müfettiş Clouseau”)