“Tanrılarımız ölmemizi değil, onurlu, güçlü ve dürüst bir yaşam sürmemizi istiyor”
İstilacılardan kaçan Maya kralının maiyeti ile birlikte yerleştiği topraklardaki yerli kabilenin reisi arasındaki çatışmadan dostluğa uzanan ilişkinin hikâyesi.
1962 tarihli “Taras Bulba” filminden hemen sonra yönetmen J. Lee Thompson ve Yul Brynner bir kez daha eski bir uygarlığın ve egzotik bir hikâyenin peşinde. İlk filmdeki Tony Curtis’in yerini başka bir jön, George Chakiris almış bu kez. Egzotik bir hikâye anlatıp da egzotizm içinde boğulmamayı ve seyircisini de boğmamayı başaran film belki türünün klasikleri arasına giremiyor ki bunun epey bir nedeni var ama yine de kendini izletmeyi başarıyor.
Senaryoya göre uygarlıkta hayli ilerlemiş ama inançlarında epey ilkel bir toplum Maya krallığı. Babasının ölümü ile krallığı devralan genç, cesur ama deneyimsiz yeni Maya kralının yerleştiği yeni toprakların asıl sahibi olan cesur ve tecrübeli yerli şefle olan mücadelesini anlatan film aslında en az onun kadar bir başka konuyu daha öne çıkarıyor. Yeni Maya kralının nerede ise seküler denebilecek yaklaşımı ve bilimsel bakışı ile rahip sınıfının fanatizmi arasındaki çatışma da film boyunca sık sık karşımıza geliyor. Sürekli tanrılara kurban verme peşindeki baş rahip ile sulama, tarım ve barış gibi daha dünyevi dertler peşinde olan kral arasındaki bu çekişmede film kralın yanında taraf tutuyor açıkça. Bunu filmin artı yanına yazalım ama ikisi de akılcı bir tavrın ve barışın peşinde görünen iki liderin bir kadın için kapışmalarını filmin yaratıcılarının filme hikâyenin pek de ihtiyacı varmış görünmeyen bir aşk boyutu katma çabasının gereksiz bir sonucu olduğunu da söylemek gerek. Chakiris’in filmden sonra herkesin diline düşmüş bir 1960’lar saç modeli içinde yetersiz kaldığı filmde Brynner en iyi oyunlarından birini vermese de hikâyeye uygun fiziğinin avantajını kullanmayı başarıyor. Hikâyenin asıl kahramanı Chakiris gibi görünse de Brynner’in karakteri senaryonun kendisine çizdiği profil ile sık sık öne çıkıyor film boyunca. Sanatçının oldukça maskülen bir manken eda ile yürüdüğü kimi sahneler Brynner’in bu konuda epey pratik yaptığını da gösteriyor açıkçası.
İstiladan kaçarak sonradan ABD topraklarına dönüşecek bir yere yerleşen ve buranın yerlileri ile ortak bir uygarlığın temelini atan insanların bugün nerede olduklarının cevabını vermesini bekleyeceğimiz bir film değil elbet karşımızdaki ama yine de düşünmeden edemiyor insan, bu insanların sonradan nasıl bir kıyıma uğrayacaklarını. Elmer Bersntein’in gösterişli ve filmin hemen her anının altını çizen müziği kendi başına epey etkileyici ama bu yoğun kullanım günümüz anlayışının da epey uzağında. Başta filmin sonundaki savaş sahnesi olmak üzere binlerce figüranın rol almış göründüğü sahnelerde yönetmen Thompson üzerine düşeni yapıyor ve filmini aksiyon meraklısının da ilgi alanına sokmayı başarıyor. Her ne kadar gereksiz görünse de duygusal sahnelerde ve iki güçlü adam arasında kalan kadının dramını aktarmakta da epey başarılı bir film karşımızdaki. Thompson ile birlikte görüntü yönetmeni Joseph MacDonald’ı da takdir etmek gerek. Kendisi hakkında verilen kararı anladığı sahnede Yul Brynner’in ölüme yaklaştığının altını çizen ve tüm yüzünü gölgede bırakarak adeta başsız vücudunu gösteren sahne veya kadının Yul Brynner’in suçlamalarını dinlerken karanlıkta kalan yüzünde sadece gözlerinin aydınlatılması filmin ışığın kullanımı konusunda da hayli özenli olduğunun göstergeleri.
Chakiris’in rolüne oturmaması, kimi oyuncuların hayli garip duran perukları, kendi başlarına başarılı ama birbirine yeterince iyi bağlanamamış bazı sahneleri ve Brynner ile kadın arasındaki yakınlık gibi gelişimi yeterince iyi anlatılmayan yan hikâyeleri ile film çarpıcı bir klasik olmayı başaramıyor ama egzotizmi sömürmeden egzotik olmayı başarmış, akıl ve barışı öne çıkaran ve profesyonelliği yerinde bir filmden keyif almaya engel olmamalı bu durum.
(“Güneşin Kralları”)