Kurbağalar – Şerif Gören (1985)

“Hani ne demiştim sana ana! İnsan uçmak ister de uçamaz ya, koşmak ister de koşamaz ya; ben koştum ana”

Kocası öldürülünce dul kalan bir kadının önyargılara ve uğradığı tacizlere karşı ayakta kalma ve aşkı tekrar bulma çabasının hikâyesi.

1980’lerin Türk sinemasından bugüne kalabilen ve ilgiyi hak eden filmlerden biri. Nantes’da düzenlenen Üç Kıta Film Festivali’nde baş oyuncusu Hülya Koçyiğit’e özel bir ödül de getiren film yazar Osman Şahin’in eserinden yola çıkılarak Şahin, Erdoğan Engin ve Özden Çankaya tarafından yazılan senaryo ve Şerif Gören’in yönetmenliğinde çekilmiş. Kadının toplumdaki yeri ve bireyselliği üzerine ilerleyen hikâye cinsel güdülerin hem harekete geçirdiği hem de bastırdığı söylenebilecek bir toplulukta tek başına yaşamak zorunda kalan bir kadının hayata tutunma çabasını eli yüzü düzgün görünen bir senaryo/mizansen, başarılı görüntüler, Antalya Altın Portakal festivalinden ödüllü bir müzik ve Koçyiğit’in etkileyici oyunu ile anlatıyor. Ne var ki Türk sinemasının kimi kusurlarının da yerli yerinde durduğu bir film karşımızdaki.

Tomris Oğuzalp, Ferda Ferdağ, Yaman Okay ve Yavuzer Çetinkaya gibi bugün artık aramızda olmayan Türk Sinemasının usta karakter oyuncularının adeta resmi geçit yaptığı film aslında sadece bu nedenle bile ilgiyi hak eden bir çalışma. Bu ustaların eşlik ettiği baş rollerin sahipleri ise Hülya Koçyiğit, Talat Bulut ve Metin Çekmez. Bu isimler filmimizin oyunculuklar açısından ortalamanın hayli üzerinde seyreden bir düzeye çıkmasını sağlamış. Tüm bu isimler içinde öne çıkan ise Koçyiğit oluyor. Her ne kadar daha ilk sahnesinde görüntüye tipik bir Yeşilçam kurgusu içinde “Haliiil” diye bağırarak girmek gibi bir talihsizliği olsa da burası hariç tutulursa hayli başarılı olan giriş sahnesinden finale kadar hikâyeyi sırtlayıp götürüyor sanatçı. Bunu yaparken filmografisi için “cüretkar” denebilecek sahnelere de imza atıyor üstelik. Karakterinin korkusunu, savaşını ve sevgiye olan açlığını inandırıcılıktan hiç uzak düşmeden aktarıyor seyirciye. Talat Bulut ise Koçyiğit’in aksine kontrollü bir oyunla üzerine düşeni yapıyor kesinlikle. Edirne’de çekilen filmde köylülerin çoğunluğunu amatör oyuncular oynamış ve ne yazık ki bu oyuncuların bir kısmı zaman zaman fazlası ile “amatör” görünüyorlar. Kadın kahramanımızın oğluna onca sahnede yer verilip rolünün bu derece pasif olmasını ise senaryonun kusurları arasına ekleyelim.

Şerif Gören Osman Şahin’in cinselliğin hemen herkesin düşüncesini ve hareketlerini belirlediği, onları hem kıstırıp hem özgürleştirdiğini anlattığı hikâyesinin sinema karşılığını üretirken kendi kariyerinin de en başarılı tecrübelerinden birini koymuş ortaya. Çeltik tarlalarında çalışan köylülerden ve özellikle gece fener ışıkları altında yapılan kurbağa toplama işinden karşımıza getirdiği kareler görüntü yönetmeni Erdoğan Engin’in başarılı çalışması ile de hayli etkileyici olmuş. Türk sinemasının örneğini çok fazla üretmediği türden bir gerçekçilik bu ve filme de ciddi katkı sağlamış görünüyor. Bu gerçekçiliği sarmalayan cinsellik ve daha çok diyaloglara ve bakışlara yansıyan erotizm ise filmin hem artı hem eksi yönlerinden birini oluşturuyor. Sembolik bir anlamı olsa da “biberini yeme” esprisi gereğinden fazla tekrarlanıyor filmde ve hemen her tekrarı da özellikle amatör oyuncuların zayıflığı nedeni ile rahatsız ediyor. Koçyiğit’in aşka olan açlığını gösteren kumsaldaki sahne de filmin gerçekçiliğine hayli uzak düşmesi ile benzer bir sıkıntı yaratıyor. Buna karşılık dedikodular, taciz ve hedefi olduğu şehvet dolu düşüncelerin baskısı altındaki kadının karşı karşıya kaldığı ikiyüzlülüğün en iyi örnekleri de bu erotizm aracılığı ile aktarılıyor seyirciye. “Bacağını bir kez kaldıran kadın bir daha indirmez” veya “Dul kadına güven olmaz” gibi cümlelerin üstelik kadınlar tarafından sarfedildiği bir toplulukta üzerindeki tüm baskıya direnmeye kararlı olan kadının hikâyesini seyircinin ilgisini hemen hiç yitirmeden anlatmayı başaran film özetle kusurları olsa da erotizmini doğru oluşturmayı becermiş görünüyor.

Atilla Özdemiroğlu’nun imzasını taşıyan müzikler sonradan Aysel Gürel’in müthiş sözleri ve Sezen Aksu’nun en iyi yorumlarından biri ile 80’lerin parlak şarkılarından biri olan Hasret’e kaynaklık etmişti. Kendi başına etkileyici olan müziğin zaman zaman tipik bir Yeşilçam alışkanlığı ile gereğinden fazla ve dramın altını fazla kalın çizgiler ile çizecek şekilde kullanılmasını ise filmin eksiler hanesine yazmak gerekiyor. Müziğin kullanım biçimindeki bu hatanın yanında Türk sinemasının kimi başka problemleri de filme taşınmış görünyor. Filmin sesli çekilmemiş olması ve bunun zaman zaman net bir şekilde anlaşılması, jandarmadaki teşhis sahnesindeki “anlamsızlık” gibi senaryo kusurları ve Talat Bulut’un atları ile olan ilişkisinin –muhtemelen erotik bir birikimi vurgulamak için- gereksiz tekrarlanan koşma sahneleri ve sırıtan yavaşlatılmış görüntülerle verilmesi filmin aksayan diğer yönleri arasında gösterilebilir. Doğru ve şık bir tercih yapılarak “sessizlik” ile anlatılması tercih edilen final ise sanki bir parça daha iyi işlenebilirdi gibi görünüyor. Gören’in atçılık oynayan çocukları leit-motif olarak kullandığı ve bu sembol aracılığı ile hayatın kırılamayan rutinini vurguladığı film hem bir kadın hikâyesi olarak hem de aşka ve bireysel özgürlüğe adanmışlığı ile bugünün Türkiye’si için ayrı bir önem de taşıyor elbette. Görülmeli.

(Visited 7.934 times, 87 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir