“Neden bu kadar çok soru soruyoruz? İki insan âşık olmak istiyorlarsa, birbirlerini çok iyi tanımamalılar. Aslında belki de hiç âşık olmamalı”
Sevgilisinden ayrılan bir genç kadının bir başka adamla ilişkisi üzerinden anlatılan bir “ilişkilerin kırılganlığı” hikâyesi.
Yönetmenliğini Michelangelo Antonioni’nin üstlendiği ve Fransa – İtalya ortak yapımı olarak çekilen filmin senaryosunu Antonioni ve Tonino Guerra yazmış, Elio Bartolini ve Ottiero Ottieri’nin de katılımı ile. Antonioni’nin 1960 yapımı “L’Avventura – Macera” ve 1961 tarihli “La Notte – Gece” adlı filmleri ile birlikte “İletişimsizlik Üçlemesi”nin bir parçası olarak kabul edilen çalışma, 1960’ların modern dünyasında ilişkilerin sürdürülebilmesinin ve iki insanın gerçek bir iletişim kurabilmesinin imkânsızlığı üzerine etkileyici bir sinema eseri. Basit bir hikâye üzerinden çok iddialı bir sonuç üretebilen ve bu iddiasının altını sağlam bir şekilde doldurabilen Antonioni’nin sinemanın ustalarından biri olduğunu hatırlamak ve başrollerdeki Monica Vitti ve Alain Delon’un güçlü oyunculukları ile bu iki yıldız oyuncunun keyfine varmak için mutlaka izlenmesi gereken bir film bu.
Bugün hem Antonioni’nin hem sinemanın klasikleşmiş sahnelerinden biri olan son yedi dakikası zamanında ABD’de kesilerek gösterilmiş bu filmin; bunun nedeni ise ilgili sahnenin anlamsızlığı ve hikâyeye hiçbir şeye katmaması olmuş! Evet, hemen tüm Antonioni filmleri gibi sinemaya ve sanata yeni bir bakış katan, bugün belki bir parça eskimiş gibi dursa da tazeliği ile hâlâ önemli ve değerli olan bu filmin başına ABD’de gelenin de gösterdiği gibi tam bir Avrupa sineması örneği bu. Hollywood’un dikkate almaya bile değer bulmayacağı bir basit hikâyesi (Bir kadın bir adamdan ayrılır, nedenini pek anlayamayız; o kadın bir başka adamla ilişki kurar) olan bu çalışma 1960’ların İtalyası’ndan -o döneme özgü- çağdaş ve güçlü bir öykü anlatıyor oysa ve sadece iletişimsizlik etrafında şekillenen içeriği ile değil, bu içerik ile organik bir uyumu olan biçimsel özellikleri ile de çarpıcı bir sonuç koyuyor ortaya.
İtalyan şarkıcı Mina’nın seslendirdiği ve filmin orijinal müziklerini de hazırlayan Giovanni Fusco’nun bestelediği “L’Eclisse Twist” adındaki pop şarkısının eşlik ettiği jenerik ile açılıyor film ama bir süre sonra müzik bu şarkı ile tam zıt bir yönde duran bir havaya bürünüyor. 1960’ların pop havasının arkasındaki gerçeğe bakacağını adeta bu geçiş ile ima ediyor film. İlk sahne, bir önceki gece saatlerce konuşan bir kadın ve bir erkeğin birlikte geçireceği son dakikaları getiriyor karşımıza. Uzun bir süre aralarında herhangi bir diyalog geçmiyor, zaman zaman bakışmalarla geçen bu anlarda bir modern ve entelektüel çiftin evinde olduğumuzu ve erkeğin kadından bir şey (bir karar?) beklediğini anlıyoruz. Evet, bir ayrılıkla başlıyor hikâye ve adamın sorularının (“Ne yapmalıyım?”, “Beni sevmediğin için mi?”, “Evlenmek istemediğin için mi?”) karşılıksız kalması gibi Antonioni de seyircisine ortalama bir ticarî filmin size sunacağı türden gerekçeler vermiyor bu ayrılık için. Masanın üzerinde 1960’ların sol dergisi “Corrispondenza Socialista”nın durduğu ve duvarlarında soyut resimlerin yer aldığı bu entelektüel evin dışını ilk kez kadının perdeyi açması ile görüyoruz. Dev bir su kulesini andıran yapı ilk gözümüze çarpan obje oluyor; daha sonra kadın dışarı çıktığında gördüğümüz de yine bu yapının havasını taşıyan bir resim oluyor: Boş caddeler ve sokaklar, ıssız bir bölge, modern mimari özelliklere sahip ama bir yarım kalmışlık havasına da sahip yeni yapılar. Bu sessiz, ıssız ve yalıtılmış hava hikâyenin yalnızlık havasına da hayli uygun düşüyor. Kadının daha sonra gittiği yer ise (Roma borsası) tam tersi bir havayı sergiliyor; kaos, gürültü ve yalnızlığın tam tersine -gerekçesi çok maddî olsa da- bir sürekli iletişimin hâkim olduğu bu mekan üzerinden Antonioni modern insanın kendi doğasına aykırı olarak inşa ettiği mekânları ve kurduğu hayat biçimlerini eleştiriyor sanki.
Borsadaki sahnelerden biri işte bu insanın doğasına aykırılığı ve kendisi için kurduğu yapay dünyayı çok iyi anlatıyor bize: Borsanın tüm o kaosu (bilgisayar sistemlerinin olmadığı, tüm hisse senedi işlemlerinin manuel yürütüldüğü ve işlem emirlerinin bağrış çağrış verildiği bir dünyadan bahsediyoruz) içinde bir zil sesi ile işlemlere ara verilir çünkü aralarından biri vefat etmiştir. Herkes sessiz bir şekilde saygı duruşuna geçer ama tüm o sessizliğin içinde birazdan tekrar patlayacak olan kaosu adeta elle tutulur bir şekilde hissediyorsunuz. Kamera borsa dışına çıktığında gördüğümüz dünyanın hemen tamamı ile taban tabana da zıt bu tanık olduğumuz. Kadının hırslı ve başarılı borsacı ile olan ilişkisini de gölgeleyecektir bu durum elbette. Kadının bir arkadaşı ile gittiği bir komşu evinde (Kenya’da doğmuş ve orada yaşayan ama aslen İtalyan olan komşularının evidir bu) yaşananlar da bir başka tuhaf zıtlığın örneği olarak dikkat çekiyor. “6 Milyon zencinin 60 Bin beyazı ülkeden atmak istediğini” söyleyen ve Afrikalı yerli halkı “Hâlâ ağaçlarda yaşıyorlar ve kuyruklarını bile güçbelâ kaybettiler” ifadeleri ile aşağılayan bu komşu kadının evinde geçen sahnede Monica Vitti’nin canlandırdığı kadın kendi modern hayatını düşünerek şöyle konuşuyor: “Belki de orada (Kenya’da) mutluluk hakkında daha az düşünüyorsun ve işlerini oluruna bırakıyorsun. Yanılıyor muyum? Oysa burada her şey çok karmaşık, aşk bile”. Bu cümlelerin Antonioni’nin kişisel görüşünü ifade etmekten çok, kadının umarsız mutluluk arayışının yansıması ve oradaki basit hayatın buradaki kaos ile karşılaştırılmasının sonucu olduğu açık.
Antonioni’nin özellikle Vitti’nin bazı sahnelerinde bir görsel sembolizme başvurduğu anlar da var filmde. Örneğin komşunun evden kaçan köpeğinin peşine düşüldüğü sahnede kadının rüzgârdan sallanan çok sayıda direğin ve bir heykelin altındaki görünümü, içinde bulunduğu dünyada kendisini “küçük” hissetmesinin bir aracı olarak kullanılmış. Yönetmenin her zaman doğrudan olmasa da politik bir içeriğe de zaman zaman bavurması dikkat çekiyor. Başlardaki sol derginin görünümünden borsada kaybeden kadının sosyalistlere söylenmesine kazanma hırsının borsada oynayan karakterler üzerinden güçlü bir biçimde gösterilmesine ve Alain Delon’un karakterinin arabasının da bir göstergesi olduğu maddiyatçılığına ciddi bir eleştiri getiriyor modern film.
“Keşke seni sevmeseydim… ya da daha çok sevseydim” cümlesinin damgasını vurduğu ilişkide tarafların birbirlerine artık hep görüşeceklerini söyledikleri andan itibaren o ilişkinin nereye gideceğini çarpıcı bir biçimde anlatmayı başaran Antonioni’nin bu filmi son yedi dakikasındaki ve adeta hikâyeyi özetleyen sahnesi ile de önemli. Bu bölümde iki baş karakterin daha önce dolaştıkları mekânları bu defa onlar olmadan gösteren film zaman zaman da çeşitli insan yüzlerine odaklanıyor ve bir yalnız, mutsuz ve kaybolmuş insanlar sergisine götürüyor bizi. Bireylerin birbirlerine ve yaşadıkları dünyaya yabancılaşmalarını, iletişim kuramamalarını ve zaten bunun imkânsız olduğunu anlatan bu hikâyede Vitti ve Delon kalabalık bir dünyada insanların -bilinçli ya da bilinçsiz- yalnızlıklarını güçlü oyunculuklarla canlandırıyorlar. Karakterlerine uygun olarak sırası ile sakin ve hareketli performanslar sunuyorlar ve ilişkinin olanaksızlığını da çok iyi yanıtıyorlar bu tercihleri ile. Gianni Di Venanzo’nun yalın ve güçlü hareketleri olan kamera çalışmasının zenginleştirdiği film mimarlığın da karakterler kadar önem taşıdığı ve kesinlikle görülmesi gerekeli bir sinema yapıtı. Yapıların mimarî özelliklerinin sembolü olduğu gibi izole, soğuk ve yaklaştırmaktan çok uzaklaştıran ilişkilerin dünyasını anlatan bir film bu.
(“Batan Güneş”)