“İsimler, mezar taşları içindir”
Bir tarot falcısından da destek alan güçlü bir uyuşturucu kralına karşı savaşan Bond’un hikâyesi.
Resmî Bond serisindeki sekizinci, Roger Moore’un ünlü ajanı canlandırdığı ilk film. Ian Fleming’in aynı adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanan filmin senaryosunu Tom Mankiewicz yazarken, yönetmen koltuğunda Guy Hamilton oturmuş. Açıkçası serinin en iyilerinden biri değil bu film ve cazibesini temel olarak Moore’un varlığından ve ne olursa olsun bir Bond filmi olmasından alıyor. 1970’li yıllarda özellikle Amerikan sinemasında moda olan “Blaxploitation” akımından (Black ve exploitation kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulan bu ifade, A.B.D.’deki siyahlarla ilgili klişeleri bolca “sömüren” ve çoğunlukla suç hikâyeleri anlatan filmler için kullanılmıştı) esinlenmiş görünen çalışma, bir Bond filmindeki ilk siyah kötü adamı karşımıza getirmesinin yanısıra, kurgusal bir ülkede geçen ilk hikâyenin de sahibi olmuştu aynı zamanda. Bond’un defalarca ve türlü tehlikeleri atlattığı, eğlenceli ve heyecanlı farklı sahneleri olan filmin problemi bir müzik terimi ile söylersek bir kreşendosunun olmaması; hikâye defalarca sakinleşiyor, hızlanıyor, tekrar sakinleşiyor ve böyle olunca da vurucu bir zirve noktasına sahip olamıyor heyecan açısından.
Kötü adamı canlandıran siyah oyuncu Yaphet Kotto filmin tanıtım etkinliklerine ve galasına davet edilmediğini söylemiş bir röportajında ve dönemin modası gereği siyah karakterleri kullanmayı özellikle seçen filmin yapımcılarının ikiyüzlülüğünün altını çizmiş. 1973’ten bu yana epey yol aldı sinema “eşitlik” konusunda şüphesiz ama gelinen nokta hâlâ tatmin edici olmanın çok uzağında ve bu sadece Amerikan sinemasında değil, Avrupa sinemasında da var olan bir problem. Örneğin İtalya’da “12 Years A Slave – 12 Yıllık Esaret” filminin afişinde hikâyenin asıl kahramanı olan siyah oyuncu Chiwetel Ejiofor değil, kısa bir rolü olan Brad Pitt öne çıkarılmıştı.
Klasik jenerik ve Bond tema müziği ile başlayan filmin açılış jenerikleri Maurice Binder imzalı ve Binder yine siluetlere yer verdiği tasarımında bir voodoo ayini, dans eden bir siyah kadın ve ateş görüntülerini kullanmış. Günümüzün kriterlerine göre basit ama etkileyici bir tasarım bu ve kendinden önceki açılış sahneleri ile birlikte filme keyifli bir giriş yapmamızı sağlıyor. B.M. Güvenlik Konseyi’ndeki bir toplantı sırasında işlenen bir suikast, New Orleans’da işlenen hayli “keyifli” bir cinayet ve Karayipler’de -gerçekte var olmayan- San Monique adasında bir voodoo ayini sırasında kurban edilen bir adamı anlatan açılış sahnesi, klasik Bond girişine uygun bir biçimde Bond’un görev başına çağrılacağını duyuruyor bize. Paul McCartney ve Linda McCartney’in yazdığı ve Beatles dağıldıktan sonra kurulan Wings grubu tarafından seslendirilen şarkının eşlik ettiği açılış jeneriği bizi Bond’un yatak odasına (bu kez bir İtalyan kadının yanında olduğu) bağlıyor. Bond, “M”den görevi alıyor ve New York (Harlem bölgesi), New Orleans ve San Monique’de geçen macerasını yaşamaya ve elbette bizi de eğlendirmeye girişiyor. Kuşkusuz esprili ve “cool” bir Bond var karşımızda ve anlık refleksler dışında havasını hiç bozmuyor kendisinden beklentimize uygun olarak.
Tom Mankiewicz’in hikâyesi yeterince doyurucu değil, kötü adam yeterince karizmatik değil ve Jane Seymour’un canlandırdığı Bond kızı da yeterince çekici değil. Böyle olunca film de seri içinde öne çıkanlardan biri olamıyor. Oysa ilk ve şimdilik son kez bir Bond filminde doğaüstü bir tema kullanımı var karşımızda (tarot falı ve voodoo ayinleri) ve Roger Moore gibi rolüne yakışan bir oyuncu. Yılan, timsah ve köpekbalığı saldırılarından, kurşunlardan, takip eden arabalardan vs. kurtulmayı başaran Bond hikâye boyunca o kadar çok kez kötü adamların eline düşüyor ki bir süre sonra bir heyecan yaratamaz oluyor bu anlar; çünkü bir tekrar hissine kapılmaya başlıyorsunuz. Neyse ki ve iyi ki bir Bond filmi sonuçta bu ve sizi bir şekilde kendisini izletecek bir havaya sokmayı başarıyor. Sonradan Bond’u hayli tehlikeli bir durumdan kurtaracak olan ve onun için özel olarak tasarlanan bir saati kullanarak bir kadının fermuarını onu mutlu edecek bir yumuşaklıkla açması, Harlem’de sadece siyahların gittiği bir kulüpte bir beyaz ve tam bir İngiliz centilmeni olarak soruşturma yapması, eğlenceli timsah sahnesi, şanına yakışır bir şekilde karşısına çıkan üç kadınla da yatması ve hayli uzamış olsa da nehirdeki eğlenceli ve heyecanlı takip sahnesi filmi çekici kılıyor, özellikle de Bond hayranları için. Tarotçunun adeta canlı yapar gibi, sadece geleceği değil o anda olup biteni de bilmesi gibi bir garipliğin yanısıra, hikâyenin bir başka problemi Bond dışındaki kimi karakterlerin hikâyenin odağını bozacak ve heyecana zarar verecek şekilde öne çıkarılması. Örneğin zaten gereksiz uzun görünen tekneli takip sahnesi, şerif karakteri Clifton James’in abartılı oyununun rahatsız ediciliği yüzünden de, adeta ucuz bir Amerikan komedisinden fırlamış gibi görünüyor ve filme ve temel olarak Bond’un ruhuna hiç uymuyor.
Filmi pek başarılı bulmayan ünlü eleştirmen Roger Ebert şöyle bitirmiş yazısını: “… ama siz de aynısını düşünmüyor musunuz, dokuz Bond filmi artık yetti galiba?” Tarihin epey haksız çıkardığı bir yargı oldu bu ve hiçbir Bond filmi gereksiz değildir yargısı hemen tüm sinemaseverlerin kabul ettiği bir gerçek oldu. Dublörlerin epey zorlandığı kesin olan sahneleri, geçen ay hayatını kaybeden Roger Moore’un ilk Bond rolü olması, başta New Orleans’takiler olmak üzere tüm o birbirinden farklı ve “eğlenceli” cinayet sahneleri ve belki de sadece tek başına timsah çiftliği bölümü filmi görmeye değer kılıyor; Bond hayranları için bunlar da gerekmiyor elbette; sonuçta bu bir Bond filmi ve görülmeli!
(“Yaşamak İçin Öldür”)