“Sabaha kadar ölmezse, öldürün ve gömün”
1800’lü yıllarda arkadaşları tarafından ölüme terk edilen bir kürk avcısının hayatta kalma ve intikam hikâyesi.
Bir tavşanın hem şefkat gösterilen bir arkadaş hem de yemek olarak görülebildiği bir hayatta kalma mücadelesinin biraz epik havası da taşıyan bu hikâyesi kahramanı ile kendinizi özdeşleştirebildiğinizde daha da keyifle seyredilebilecek bir içerik taşıyor. Temel olarak önce ölüme direnme sonra da intikam üzerine odaklanan film taşımaya çalıştığı epik havanın her zaman altını dolduramasa da gerek Richard Harris ve John Huston’ın oyunları gerekse müziği ve bireyin doğada yalnızlığını vurgulayan sahneleri ile etkileyici olmayı başarıyor. Huston’ın kaptan rolündeki performansı başarılı olmakla birlikte senaryodan kaynaklanan eksiklikler nedeni ile karakteri hak ettiği kadar işlenememiş gibi görünüyor ve bu da intikam duygusunun etkisini azaltıyor.
Kızılderililere yaklaşımı açısından tarafsız bir noktada duran film, kahramanımızın intikamın akıbeti ile ilgili kararını yerlilerden etkilenmesine bağlayarak bu anlamda dürüst bir yaklaşım da sergiliyor. Benzer şekilde, gerek kahranımızın geçmişindeki dini figürlerin gerekse kendisini ölüme terk edenlerin yüzeysel din yaklaşımlarının karşısına zaman zaman doğayı ve doğa ile barışık yaşayan yerlilerin “basit” hayatını koyması da aynı kapsamda değerlendirilebilir.
Yalnızlığı ve belirsizliği vurgulayan sisli görüntüleri, suya kavuşma anındaki ışık dolu kareleri, Harris’in fiziksel zorluklar içeren bir rolün üstesinden gelmesi ve sondaki hayata/sevgiye övgüsü ile de ilgiyi hak eden film sonu ile belki bazılarında hayal kırıklığı yaratabilir. Burada da senaryoyu yarattığı beklentinin dışındaki bir gelişmeyi yeterince iyi işlemeden ve acele çözmesi nedeni ile eleştirmek gerekiyor. Paranoya, korku, vicdan azabı ve yalnızlığı, ve elbette ruhsal olarak olgunlaşmayı karakterlerinin daha iyi ifade etmesine yardımcı olacak daha olgun bir senaryo ile çok daha başarılı bir film olabilirdi.
(“Vahşi Adam”)