“Git hadi Marius! Hayalinin peşinden git. Onun önüne geçemem”
Büyük bir aşk hissettiği genç kadın ile denizcilik tutkusunun arasında sıkışıp kalan genç bir erkeğin hikâyesi.
Usta Fransız oyuncu Daniel Auteuil 2011’de Marcel Pagnol’un aynı adlı romanından uyarladığı “La Fille du Puisatier – Kuyucunun Kızı” ile başladığı yönetmenlik hayatını yine aynı yazarın Marsilya Üçlemesi olarak bilinen üç tiyatro oyununu sinemaya uyarlayarak devam ediyor. Anlaşılan hemen her Fransız gibi Auteuil için de hayatında yazarın önemli bir yeri olmuş. Auteuil üçlemenin ilk filmi olan bu çalışmada diğer iki filmde de karşımıza gelecek olan karakterleri ilk kez tanıtıyor seyircisine; elbette Pagnol’un eserlerini okumamış ve daha önce yapılan pek çok uyarlamayı görmemişler için ilk kez demek gerekiyor. Serinin bu ilk filminde genç erkeğin (Marius), aşkı ile hayali arasında tutsak düşen erkeğin trajedisini merkezine alan ve diğer tüm karakterleri de onunla olan ilişkileri üzerinden ele alan bir hikâye var. Auteuil Marsilya’nın sıcaklığını ve güzelliğini, Alexandre Desplat‘ın etkileyici müziği ve Jean François Robin’in görüntülerinin sıcaklığı ile yakan renkleri ile karşımıza getirirken, klasik sinemanın izinden gitmeyi tercih eden bir anlatım tutturmuş. Oyunun sağlamlığından gelen etkili ve derin çizilmiş karakterler ve mekanların gerçek insan hayatlarından taşıdığı esintiler de filme ciddi bir katkıda bulunurken, temel bir soru yine de havada asılı kalıyor: Daha önce de beyaz perdeye aktarılmış olan bu oyunları yeniden sinemaya taşımaya gerek var mıydı?
Oyun/film Marius karakteri üzerine olunca doğal olarak Raphaël Personnaz’ın canlandırdığı genç adam da hikâyede öne çıkıyor. Personnaz ve ona eşlik eden hayli iyi bir kadro (babasını oynayan Daniel Auteuil, genç kadını oynayan Victoire Bélézy, kadına aşık yaşlı adam rolündeki Jean-Pierre Darroussin ve kadının annesini canlandıran Marie-Anne Chazel) filme üzerine gitmeyi seçtiği alandaki en büyük katkıyı yapıyorlar ve esere inanılmaz bir sıcaklık katıyorlar. Hikâye boyunca havada hiç eksik olmayan bir samimi sıcaklık filmi açıklayacak en iyi ifade sanırım. Bu sıcaklık temel olarak hikâyenin alışılmış bir içeriğe sahip olmasına ve sinema dilinin de oyuna sıkıca bağlı kalmanın sonucu olarak fazlası ile klasik kalmasına rağmen seyirciyi diri tutmaya yetiyor çoğunlukla. Liman, kasaba, deniz vb. görüntülerine mesafeli durmak mümkün değil filmin ve hikâyedeki tüm trajik yana rağmen keyifli bir nostalji duygusunun sizi sardığını hissediyorsunuz. Auteuil’in yönetmen olarak belki de en büyük katkısı kendisi dahil oyuncularından aldığı sıkı performans olmuş. Devamlı olarak çok iyi oynanan, canlı seyrettiğiniz bir tiyatro oyunu havasında ilerliyor hikâye. Örneğin Auteuil ve Personnaz’ın karşılıklı bir sahnesi var ki etkilenmemek için tüm duygulardan sıyrılmış olmak gerekir. Baba ve oğlunun hem dile dökülen hem tüm vücutlarına yansıyan sevgiyi ve saygıyı sıcaklığı ile ortalığa kıvılcımlar saçan bir başarı ile anlatmış filmimiz burada. Küçük bir rolde yılların sanatçısı Rufus’un da yer aldığı filmde her bir oyuncu göründüğü her anı sesi, hareketi ve bakışı ile doldurmayı başarıyor diyebiliriz kesinlikle.
Günümüz Fransa’sı için değil ama hikâyenin geçtiği 1920’li yılların Fransa’sı için -ikinci film olan “Fanny” adlı çalışmada detayı ortaya çıkacak olan- trajik boyutu olan olay örgüsünün anlatımında -yine oyunda da olduğu gibi- belki bir parça fazla görünen hafifliğe veya komediye başvurulmuş olması ise bu film özelinde ve “Fanny”nin aksine pek rahatsız etmiyor açıkçası. Hatta aksine karakterlerine karşı kendinizi bir arkadaş gibi hissetmenizi sağlıyor bu durum. Pagnol’un Fransız sanatındaki yerini kalıcı kılan özelliklerinden birinin de örneği bu aslında; onun hikâyelerinde bireyler hayatı gerçek hayatlar gibi yaşıyorlar, acı çekiyorlar, mutlu oluyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar ve umudu hiç eksik etmiyorlar yaşamlarından. Auteuil de anlaşılan Pagnol’un yarattığı karakterlere pek çok Fransız gibi aşık olmuş ve onları sinemada yeniden var etmek istemiş. Dolayısı ile bir yeniden çekime gerek var mıydı sorusunu da unutmak gerekiyor sanırım. Film Charles Trenet’in sesinden dinlediğimiz “La Mer – Deniz” adlı şarkı ile kapanırken devam filmini de görme ihtiyacı duyma ihtimalinizin yüksek olduğu bir film bu ve sinemasının o denli “yaratıcı” olmamasını ise unutturuyor bir süre sonra.