“Gün geldi, İstanbul sustu, hatta tüm ülke sustu, beni dinledi… ama bir tek nefsim, o susmadı, susturamadım”
Eskiden çok ünlü bir tiyatro oyuncusu olan, şimdi meddahlık yaparak hayatta kalmaya çalışan yaşlı bir adamın ölmeden önce kendisini kızına affettirmeye çalışmasının hikâyesi.
Daha önceleri televizyon dizilerinde genel koordinatör olarak çalışmış ve 2008’de “Vali” adındaki filmin senaryosuna katılmış Batur Emin Akyel’in ilk yönetmenlik çalışması. Akyel senaryosunu yazdığı filmin yapımcılığını da üstlenmiş. Gösterime girdiğinde çok kısıtlı bir ilgi ile karşılanan film (resmî gişe rakamına göre sadece 309 kişi izlemiş filmi), piyasa filmlerinin havasından uzak durması ve ticarî açıdan riskli bir konuyu ele alması ile ilgiyi hak eden ama senaryosundaki kimi sorunlar, daha çok bir televizyon filmi havasında ilerlemesi ve hikâyenin beklenenden/tahmin edilenden farklılaşamaması nedeni ile bir türlü güçlü bir görünüm sergileyemeyen bir çalışma.
Filmin kaybolan “şeyler” üzerine bir hikâyesi var. Bir yandan, hasta ve yaşlı olan adamın kızına kendini affettirmek için çıktığı yolculuğun aynı zamanda onun son yolculuğu olduğunu bize fazlası ile söyleyen filmin devamlı vurguladığı gibi, kaybolmakta olan bir hayat var ortada. Diğer yandan, bu yaşlı adamın ömrünün son demlerinde birkaç kuruş kazanmak için icra ettiği meddahlık mesleği var ki o da kaybolan bir geleneksel sanat dalı. Ne var ki adamın bir zamanların dergi kapaklarına çıkacak kadar ünlü olmasının nedeni meddahlık değil, tiyatro oyunculuğu anladığımız kadarı ile. Dolayısı ile filmin meddahlık üzerinden “kaybedilen”e bir ağıt düzmesi pek yerine oturmuyor. Senaryonun yeterince olgun olmaması ve odaklanılan fikirlerin tutarlı bir biçimde işlenememesi de filmi zayıflatmış görünüyor. Açılışta adamın bir AVM’nin ortasında çoğu çocuklardan oluşan bir kalabalığa bir meddah olarak hikâye anlatmaya çalıştığını görüyoruz. Herhangi bir AVM’in herhangi bir hizmet veya ürününü hedef kitlesinin bu denli dışındaki bir tüketici grubunun karşısına çıkarması pek gerçekçi değil açıkçası. Film hem oyuncunun eski parlak günlerinden ne kadar uzağa düştüğünü hem de kendisinin ve sanatının zamanının geçtiğini vurgulamak için karşımıza getiriyor bu sahneyi ama özellikle çocukların hayli zorlama görünen tepkisi altında zorlama görünüyor bu bölüm. Toplumun ve özellikle yeni neslin geleneksel sanatlardan uzaklaştığını -haklı olarak- söyleyen film, buna karşılık Ayvalık’ta geçen sahnede ve kısmen de Çanakkale bölümünde bunun tam tersi bir söyleme girişiyor ilginç bir şekilde.
Senaryonun kimi küçük ama rahatsız eden problemleri de var ve hikâyenin gerçekçiliğine de zarar veriyor bunlar. Doktorun bitmekte olan bir ilaç şişesine bakarak bir başkasının olup olmadığını bilmeden “yenisini almak lâzım” demesi veya koçanından kopararak verdiği reçetenin üzerinde bir değil, iki ilacın isminin olması örneğin. Benzer şekilde, adamın kapının dış koluna astığı kolyeyi evin içindeki bir karakterin, onun dikkatini çekmeyecek şekilde alıp bir üst kata çıkabilmesi ve gidişini balkondan seyredebilmesi klasik bir kurgu/devamlılık hatası olarak dikkat çekiyor. Kimi karakterlerin (otelci, kahveci vs.) fazlası ile iyi olması da hikâyenin gerçekçiliğini olumsuz yönde etkilemiş görünüyor. Geri dönüşle anlatılan hastane sahnesi ise Batur Emin Akyel’in sadece senarist olarak değil, yönetmen olarak da en zayıf performansını gösterdiği bölüm ve filmin genel ortalamasının hayli gerilerinde kalmış bu anlar. Vasat bir oyunculuk, sıradan diyaloglar ve tuhaf bir mizansen, sahneyi nerede ise filme ait değilmiş gibi gösteriyor.
Akyel’in kimi diyalogları da fazlası ile “teatral”. Kahramanının oyuncu kişiliğinin gerçek karakterine baskın çıkmasının bir göstergesi olarak tercih edilmiş belki de bu ama yine de zorlama duruyor ve anlattığı zamana ve hikâyenin geçtiği mekanlara uymuyor bu konuşmalar. Onur Özmen imzalı müzikler hikâyeye uygun ve etkileyici ama sinemamızın “müziğin yerli yerinde kullanımı” konusundaki genel beceriksizliğinin kurbanı oluyor zaman zaman ve kendisini sık sık ortaya atıyor hemen her sahnede. Özenli bir görsel çalışması olan film bu açıdan sınıfı geçiyor ve baş karakteri canlandıran Münir Canar’ın performansı da kesinlikle başarılı. Oyuncu filmin doğru bir tutum olmasa da kendisine biçtiği teatral havanın altında ezilmiyor ve oyunculuğunu doğal kılıyor çoğunlukla. Üstelik hikâyedeki kimi gelişmelerin ve diyalogların işini zorlaştırmasına rağmen yapıyor bunu. Özellikle final sahnesi başta olmak üzere kimi anlarında yerli dizilerin yanına -maalesef- hayli yaklaşsa da, Akyel’in bu ilk filmi çoğunlukla zarif bir anlatım tutturabilmesi ile dikkat çeken bir çalışma yine de. Keşke daha farklı, daha yeni ve daha sinema havalarını taşıyan bir film olsaymış!