“Korktuğun nedir Chris? Güzel karını ve bahçendeki çiçek tarhlarını kaybetmek mi?”
En iyi arkadaşı ile tekrar karşılaşınca gençliğindeki bohem hayatına duyduğu özlemi hatırlayan evli bir adamın hikâyesi.
İngiliz yazar Julian Barnes’ın aynı adlı romanından yapılan bir uyarlama. Gençliğin uçarılığı ile evliliğin monotonluğu arasında sıkışıp kalan adamın hikâyesini Adrian Hodges senaryolaştırırken, filmi çoğunlukla televizyon için çalışan Philip Saville yönetmiş. Evrensel ve tek bir cevabı, daha doğrusu aslında cevabı olmayan bir konuyu komedi yanını da ihmal etmeyerek ele alan film bunun da etkisi ile olsa gerek, bir parça fazla hafif bir havaya sahip. “Seksi” kelimesini hak eden film eğlendiren, doğal çözümsüzlüğü (finalin sadece bir kabullenme içerdiğini düşünürsek yarı-çözüm de denilebilir) ile hüzünlendiren ve seyri kolay bir çalışma özetle.
Daha sonra İngiltere’nin prestijli Man Booker ödülünü de kazanmış olan Julian Barnes’ın ilk romanı, baş kahramanı olan Chris’in Paris’teki bohem, hatta hedonistik gençlik günlerini anlattıktan sonra ikinci bölümünde bugüne gelir ve onun evliliğin kuralları içindeki sıkışmışlığını anlatır. Filmin ise bu iki farklı tarihte yaşananları paralel biçimde anlatma tercihi ile ne kadar doğru bir yola saptığı bir parça tartışmalı. İki ayrı dönemdeki hayatı daha rahat karşılaştırma imkânı sağlayan bu tercih, diğer taraftan bir parça kolaya kaçmışlık havası yaratıyor ve filmin atmosferindeki hafiflik dozunu artırıyor böylece. Senaryonun romandan bir diğer sapmasının ise Chris’in hayatına tekrar giren gençlik arkadaşı Toni ile ilişkili olan ve Chris’in finaldeki kararının daha doğru görünmesini sağlayan değişiklikler olduğu düşünülünce, filmin yaratıcılarının eserlerini geniş kitlelere daha kolay kabul ettirme telaşında oldukları anlaşılıyor.
Biri 1963’te düşlediği hayatı aynen sürdüren diğeri o tarihte dalga geçtiği orta sınıf burjuva hayatını gönüllü veya gönülsüz benimsemiş olan iki arkadaşın hikâyesinde film kimin tarafında olduğunu çok açık ediyor ve arada göz yumulması gereken kaçamaklar veya “gece yarısı yalnız yapılan yürüyüşlerle” beslenmesi şartı ile ikinci hayata göz kırpıyor sürekli. Ebeveynler gibi olmakla onlar ne yapmışsa tam tersini yapmak arasında başka ve kalıcı bir seçim var mıdır bilinmez ama film zaten bu soruna bir başka çözüm üretmek gibi büyük dertlerin peşinde değil; kaçınılmaz olanı ve bu kaçınılmazlığın hüznünü işaret ediyor sadece karşımızdaki film. 1968’te havası özgürlük mücadelesi ile dolu Paris’te olmak ile 1970’lerin donuk hayatlı bir Londra banliyösünde yaşamak arasındaki tercih, tıpkı 68 kuşağının büyük kısmının sonradan düzenin en sıkı savunucularından biri olması gibi, “kaçınılmaz” olana doğru oluyor maalesef; daha doğrusu bunun kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor film. Kahramanımızın trende karşılaştığı ve çalışma hayatından o gün emekli olan adamın canlı örneği olduğu ve “ 42 yıldır aynı işyerinde çalışıyorum. İçmediğimi farketmemişler bile ve bana viski damıtıcı almışlar emeklilik hediyesi olarak” diyen adamın özetlediği bir hayat bu seçilmek zorunda kalınan. Zaman zaman Fransa ile İngiltere günleri arasında çok sık gidip gelen hikâye, bir ara Paris’te uzun süre kalıyor ve böyle olunca da başta da belirttiğim gibi kronolojik tercihlerini pek oturtamamış görünüyor. Bu geliş gidişler Fransız ve İngiliz kültürleri arasında belki yeni değil ama yeterince eğlenceli olan kimi saptamalara da imkân sağlıyor ama bunların filmin asıl konusu ile ne kadar bağlantılı olduğu tartışılır.
Başroldeki Christian Bale ve arkadaşı rolündeki Lee Ross genelde aksamıyorlar ve özellikle Bale zaman zaman dozunu ayarlayamamış olsa da “sevimli” halleri ile göz dolduruyor. Ross’un kendisine alışana kadar seyirciye rolünü üzerine oturtmakta sıkıntı yaşadığı duygusunu yaşatması mümkün. Bu iki ismin önüne geçen ise baş karakterimizin eşi rolündeki Emily Watson kesinlikle. Bir oyuncunun her oynadığı filme, rolünün büyüklüğü ne olursa olsun izini bırakabilmesi sadece doğal yeteneği ile açıklanabilir herhalde. Başarılı tema müziği Mark Knopfler tarafından hazırlanan filmde Elvis Costello’dan Dire Straits’e kimi ünlü isimlerin şarkıları da hikâyeye eşlik ediyor ama benim için filmin bu anlamdaki doruk noktası Françoise Hardy’nin “Tous les Garçons et les Filles” şarkısına rast gelmek oldu. Londra’nın geniş metro ağı ile ulaşılan şehrin kuzeybatısındaki banliyölere verilen bir isim olan “Metroland” bölgesinden kaçmak veya orada yerleşip kalmak arasındaki seçimleri odağına alan film yeterince eğlendirici, gereğinden fazla hafif ve görmeye değer bir film özet olarak.