“Daha önce, sonuçlarının ne olacağını bilmediği için karar veremiyordu. Şimdi, ne olacağını bildiği için karar veremiyor”
Bir istasyonun platformunda, ayrılan anne ve babasından hangisi ile yaşamak istediğini seçmek zorunda olan bir çocuğun aldığı/almadığı kararın sonuçlarının hikâyesi.
Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael’den Belçika, Kanada, Almanya ve Fransa ortak yapımı, senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. Yaşlılıktan ölümün yok olduğu bir dünyadaki son “ölümlü” olan 118 yaşındaki bir adamın çocukluğunda aldığı (veya almadığı) bir kararın sonucunu anlatan hikâye, bunu yaparken de temadan temaya zıplıyor ve sicim kuramından (string theory) kadere, kelebek etkisinden (butterfly effect) hafızaya, aşktan ölümsüz bir hayata ve daha çok pek temaya aynı derecede bir yoğunlukla el atıyor. Zaman içinde serbestçe hareket eden adamın kesinlikle ilgiyi hak eden bu hikâyesi özellikle görselliği ile sınıfı geçen bir çalışma. Filmin baş karakterlerinin farklı yaşlardaki hallerini paralel olarak gösteren akışından dolayı zaman zaman karışık bir hâl aldığını ve onca farklı tema arasında zaman zaman dağıldığını da söylemek gerekiyor.
Kahramanımızın adı Latincede hiç kimse (filmin de adı olan “Nobody”) anlamına gelen Nemo ve hikâye zaman zaman onun 2092 yılındaki 118 yaşındaki halini gösterirken, kendisini “Hiç Kimse” (Nobody) olarak tanımladığını söylüyor bize. Bay Hiç Kimse dünya üzerinde kalan son ölümlü insan olarak herkesin ilgisini üzerinde topluyor ve doğal yolla ölmeye terk edilsin mi yoksa ömrü uzatılmaya çalışılsın mı diye oylamalara konu oluyor. Bilim kurgudan masalsı bir havaya, trajedilerden romantizme farklı havalarda ilerleyen ve arada bunların bir kısmına birden aynı anda sahip olan filmin bu bilim kurgu yanından söz etmeli belki de öncelikle. Konusu itibarı ile zaten “fantastik” bir yanı olan hikâyeye bir de bu bilim kurguyu eklemenin artıları (en başta filmin görselliğine katkısı olmak üzere) kadar eksileri de (yeterince yoğun olan hikâyeye bir boyut daha eklemenin neden olduğu karışıklık ve dağınıklık gibi) olmuş kesinlikle. Hiç kimsenin sadece yaşlandığı için ölmediği bir dünya bambaşka bir filmin konusu olmayı tek başına hak ediyor ve sinemada bunun örnekleri de var ama buradaki gerekliliği kesinlikle tartışılır. Nemo’nun kararları (ya da kararsızlığı) ile nedeni ile yaşadığı üç farklı aşk hikâyesi, kelebek etkisinden güvercin hurafesine (pigeon superstition: bir kafesteki güvercinin kanatlarını çırptığı için yemliğin açıldığını sanmasına neden olan bir deney) çeşitli teorilerin meraklılarını memnun edecek unsurları ile de dolu bir film bu. Bebeklerin doğmadan önce ailelerini seçtikleri ve sahip oldukları geleceği görme yeteneğinin doğumdan önce dudaklarına dokunan melekler tarafından alındığını da (ki kahramanımız meleklerin kendisine dokunmayı unutması nedeni ile bu yeteneğini koruyor ve tüm karar/kararsızlık hikâyeleri de bu yeteneğinin sonucu gelişiyor) söylüyor filmimiz.Tüm bunlar filmin epey yoğun görünmesine ama ondan daha önemli olarak dağınıklıktan her zaman kendisini sıyıramamış olmasına neden oluyor. Özetle, bunca farklı tema, birbirini destekleyen ama öte yandan da tekrar hissi yaratan içerikleri ile filmin hem süresini hayli uzatmış hem de hikâyelerin ayrı kanallardan ilerlemesine neden olmuş.
Yönetmen Jaco Van Dormael ve görüntü yönetmeni Christophe Beucarne’ın görsel yeteneği sıkı bir alkışı hak ediyor ve yukarıda belirttiğim dağınıklığın da her zaman olmasa bile üstünü örtmeyi başarıyor. İnsanların kedi veya köpek yerine domuz beslediği ve sekse ihtiyaç duyulmadığı için ortadan kalktığı 2092 dünyasının görüntülerinden kahramanımızın çocukluğunda karşılaştığı üç küçük kızın her biri ile onu seçmesi durumunda yaşayacağı hayatın farklı renk tonlarında anlatılıyor olmasına (kızların karşılaşma anındaki elbiselerin renklerinin egemen olduğu bir ton bu), istasyondaki seçim sahnesinden bir kelebeğin veya bir yaprağın neden olduğu olaylar zincirine görsellik hep üst düzeyde seyrediyor. Adam, eşi ve iki çocuğunun aynı yatakta görüntülendiği kareden yumurta kaynatılırken çıkan buharın yağmura dönüşüp düştüğü bir kağıt üzerindeki yazıyı silmesine kadar hep akıllıca, belli bir şıklık ve zarafet ile oluşturulmuş bir görsellik bu. Klasik müzikten popun kimi klasiklerine pek çok eser de zenginlikleri ve hikâyenin atmosferine uygunluğu ile kulakları dolduruyor kesinlikle ve görsellikteki başarının işitsel alanda da yakalanmasını sağlıyor.
Kader ile özgür iradenin karşılaştırıldığı, daha doğrusu seyircinin bu karşılaştırmayı yapmaya davet edildiği film satrançtaki zugzwang’a (oyun sırası kendisinde olan bir oyuncunun ne hamle yaparsa yapsın bundan zarar göreceği ve bu nedenle en iyi hamlenin hamle yapmamak olduğu bir durumun adı) doğrudan göndermede bulunarak bazen karar almamanın en iyisi olduğu ama aslında karar almamanın da bir karar olduğu (veya tıpkı satrançtaki gibi bir karar almak(hamle yapmak) zorunda olunduğu) üzerine seyirciyi düşünmeye davet ediyor ve sorular sormasını istiyor, bu soruların cevabını ise çoğunlukla kendisi vermiyor. Susan Shipton ve Matyas Verres’in karışık akan bir hikâyenin kurgusunu ustalıkla yaptığı ve bizi bir sahneden diğerine hemen hiç aksamadan taşıdığı film sadece ilk on beş dakikası içinde bile kahramanımızı farklı yaşlarda, farklı hayatlar sürerken göstererek biraz “yorucu” bir giriş yapıyor ama ufak bir “sabır” ile atlatılabilecek ve atlatılması gereken bir durum bu. Bundan sonra yavaş yavaş hikâye(ler) yerine oturuyor (dağınıklık ile birlikte, ne var ki) ve neyin ne olduğu/olmadığı anlaşıldıkça da filme ısınmak kolaylaşıyor ve seyirci özellikle de teknik açıdan ödüllendiriliyor sonrasında. Örneğin, on beş yaşında ve annesi ile yaşayan kahramanın odasından evin dışına çıkan ve gösterdiği evin resmini babası ile yaşadığı evdeki bir masa üzerindeki kartpostala dönüştüren çekim gibi sinemanın büyüsünü yansıtan tercihler kesinlikle her sinemasever için bir ödül olsa gerek. Filmin bir başka başarısı olarak da sadece zekâ oyunlarının ve teknik becerilerin peşinde koşanlara değil, hikâyede duygu arayanlara da hitap edebilme becerisi gösterilebilir.
Kahramanımızın on beş yaşındaki halini canlandıran Toby Regbo başta olmak üzere tüm kadrosunun başarıları ile dikkat çektiği film kusurlarına takılmadan seyredilmeyi hak eden bir çalışma. İçerik (tüm o zaman/mekan konuları, kader/seçim çatışmaları, kelebek teorisi vs.) tüm zenginliğine rağmen yeterince yeni görünmese de, bu içeriği aşan teknik zenginliği ile yine de önemli bir film.
(“Bay Hiç Kimse”)