“Mutsuzluğa olan tutkun sınır tanımıyor”
ABD’li yazar Dorothy Parker ve onunla birlikte, “Algonquin Round Table” olarak bilinen ve 1919 – 1929 arasında her gün aynı otelde aynı masada öğle yemeği yiyen entelektüel arkadaş çevresinin hikâyesi.
Alan Rudolph’un yönettiği ve gazeteci Randy Sue Coburn ile birlikte senaryosunu yazdığı film, ABD entelektül tarihine geçmiş ve New Yorklu yazar, oyuncu ve eleştirmenlerin oluşturduğu “Algonquin Round Table” grubunun (Algonquin otelinde yuvarlak bir masada toplandıkları için bu ad verilmiş onlara) hikâyesini Dorothy Parker’i odağına alarak anlatan bir çalışma. Film her biri ünlü isimler olan gerçek karakterleri ilave ettiği birkaç gerçek olmayan karakter ile birlikte bol konuşmalı bir hikâye ve hayli zengin bir kadro ile getiriyor karşımıza. Özellikle bu ünlü isimleri tanıyan ve ilgi duyanların ilgisini çekecek olan çalışma başroldeki Jennifer Jason Leigh’nin oyunculuğu ile de çekici gelebilir. Bir film süresinin kaldırabileceğinden fazla karakteri ile seyri zaman zaman zor olan film öncellikle bu isimlerin ve dönemin Alan Rudolph gibi hayranları için ama insanların dolu ve büyük konuşmalar yaptığı ve filmdeki gibi tüm o kaosun içinde birbirlerini dinlemeyi de başardıkları, özellikle klasik romanlarda rastladığınız türden günleri özleyenler için de kesinlikle cazip bir yan taşıyor.
İrili ufaklı rollerde pek çok ünlü ismin hikâye boyunca karşımıza geldiği film bir ünlüler geçidi olarak adlandırılabilecek bu yapısı ile doğal bir çekiciliğe sahip aslında. Tüm bu zengin kadro içinde Leigh’nin yanısıra öne çıkan isimler rollerinin büyüklüğü gereği Campbell Scott ve Matthew Broderick oluyor ama film temel olarak Dorothy Parker karakteri üzerine kurulu olduğu ve hikâye onu son günlerine kadar takip ettiği için Leigh filmin asıl yıldızı elbette ve o da filme tam anlamı ile asılmış gerçekten. Karakterinin gerçek hayattaki aksanını ve ses tonunu konuşmasının zor anlaşılacağı bir şekilde taklit ediyor ve her dönem mutsuz ve arada tutkular içinde acı çeken karakterini dört dörtlük denecek bir performansla canlandırıyor. Üstelik bunu filmin bir türlü kurtulamadığı olmamışlık havasına rağmen başarıyor. Evet, Rudolph’un bu filminin havasını anlatacak en iyi ifade bu kelime olsa gerek. Onca farklı karakteri seyircinin üzerine boca ederek başlayan film, özellikle bu gerçek kişiliklerin adını duymamış veya duysa bile yakından tanımamış seyircileri hayli zora sokuyor ilk başlarda. Tüm bu ünlü isimler birer birer “seyirci” ile tanıştırılırken, kimin kim olduğu, ne yaptığı veya hikâyedeki yeri oturana kadar hayli uzun bir süre geçiyor. Film ancak ikinci yarısında kendisini toparlıyor bu konuda ve Parker’ın dramı tüm o karakter ordusunun önüne geçince hikâyenin çekiciliği de artıyor. Belki de hikâyenin tadını tam anlamı ile çıkarabilmek için tıpkı çocukluğundan bu yana bu entelektüel gruba hayran olan Alan Rudolph’un hissettiği sevgiyi duymak gerekiyor onlara.
Filmde yer alabilmek için normal koşullarda talep ettiklerinin çok altında ücretleri kabul eden başta Leigh olmak üzere oyuncular yönetmenin talebi ile diyaloglarını zaman zaman doğaçlama ile yaratmışlar. Bu durum filmin özellikle ilk yarısındaki karmaşanın sebeplerinden biri midir bilmiyorum açıkçası ama Rudolph’un filminin en temel kusuru bu gibi görünüyor. Birkaç bölümlük bir dizi formatında çok daha çekici olabilecek bu hikâyeyi ve karakter ordusunu bir sinema filminin süresinde seyirci için takip edilebilir ve ilgi çekici kılmanın zorluğunu özellikle ilk yarıda sık sık hissediyorsunuz. Yine de Parker başta olmak üzere bu ünlü insanların hayatına ve ilişkilerine bu kadar yakından bakabilmek, gerçekliği tartışmalı olsa da grubun toplandığı “yuvarlak” masanın ilk kuruluşunun hikâyesine veya ünlü The New Yorker dergisinin adının konulduğu ana tanık olmak hayli etkileyici aslında. Sinemadan tiyatroya, edebiyattan gazeteciliğe pek çok alanın ünlü isimleri ile karşı karşıya gelmek ve belki de sadece o isimlerle ve o dönemde oluşabilecek bir grubun hikâyesini izlemek sanat ve tarih düşkünleri için kaçırılmayacak bir fırsat bile olabilir ama sorun bu fırsatın sinema sanatı karşılığının o denli etkileyici olamaması.
Hollywood’un kimi gerçeklerinden o dönemde bir kadın sanatçı olmanın zorluklarına, Parker’ın komünist olmakla suçlandığı için 1949’dan 1961’e kadar Hollywood’dan uzak kalmasına neden olan McCarthy dönemindeki solcu avından (ki ne yazık ki senaryo hayli başarılı bir sahnede çok az değiniyor buna) keskin dilli, depresif ve tutkulu bir kadın olan Parker’ın dramlarına kadar farklı konulara değinen film zaman zaman siyah beyaz olan görüntüleri, hikâye arasında Leigh’nin ağzından duyduğumuz Parker’ın şiirlerinden kimi mısraları, dönemin havasını çok iyi yansıtan caz esintili müziği ve başta içki yasağı ile ilgili olanlar olmak üzere kimi başarılı sahneleri ve karakterlerin her birinin söz ustalıklarını yansıtan diyalogları ile önem kazanıyor. Televizyonun olmadığı, dolayısı ile görüntünün yokluğunu konuşma becerisinin kapattığı günlerin bu hikâyesinden hem “konuşmasını” hem “dinlemesini” bilenlerin ayrı bir keyif alacağı ise kuşkusuz.
(“Bayan Parker ve Kısır Döngü”)