“Yemek davetiyesini aldım ama ana yemeğin ben olacağından haberim yoktu”
Gizemli bir adamın, beş ünlü dedektifi ve yardımcılarını henüz işlenmemiş bir cinayetin failini bulmaları için malikânesinde yemeğe davet etmesi ile yaşananların hikâyesi.
Senaryosunu Neil Simon’un yazdığı, Robert Moore’un yönettiği bir ABD yapımı. Ünlü oyuncularla dolu kadrosu, edebiyatın ve televizyonun ünlü dedektiflerinin kopyaları olan eğlenceli ve çekici karakterleri ve Simon’ın kıvrak ve mizah dolu kaleminden çıkan diyalogları ile ilgiyi hak eden yapıt, özellikle finalde peş peşe karşımıza çıkan ve belki bazılarına fazla gelebilecek sürprizleri ile de ilginç bir çalışma. Beş büyük dedektifi kara komedi türünde bir öyküde bir araya getiren ama bunun hakkını verebilemek için süresi br parça kısa kalan filmin, bu karakterlerin hayranları için rahatsız edebilecek bir kusuru da var: onları mizah konusu yapıyor ama sanki yeterince sevmiyor onları. Yine de kesinlikle eğlenerek, sık sık kahkaha atarak ve eğer esinlenilen karakterleri tanıyorsanız, artan bir ilgi ile izlenebilecek bir film bu.
Açılış jeneriğinde peş peşe karşımıza çıkan ünlü oyuncuların isimlerinin çokluğu henüz film hakkında hiçbir fikri olmayan ama Agatha Christie’nin sinema uyarlamalarını bilenlere kuşkusuz öncelikle polisiye edebiyatın bu ünlü İngiliz ustasını düşündürtecektir. Filmin Christie ile ilgili göndermeleri bununla sınırlı değil; onun yarattığı iki ünlü dedektif, Hercule Poirot ve Miss Marple, farklı isimlerle de olsa, filmin beş ünlü dedektifinden ikisi olarak çıkıyor karşımıza. Öykünün kurgusu ise özellikle klasik polisiyede sıklıkla kullanılan ve Christie’nin de “And Then There Were None” (Bizde önce romanın ilk orijinal ismine uygun olarak “On Küçük Zenci”, daha sonra “On Kişiydiler” adı ile yayımlandı) adlı romanında tercih ettiği “kırda bir büyük evde geçen “katil kim” öyküsü” temasına uygun olarak ilerliyor. Yazarın bu romanındaki cinayet yöntemlerinden biri, kurbanların birinin başına ayı şeklindeki bir mermer saati düşürmekti; burada ise benzer şekilli heykeller birden fazla kişinin başına düşürülüyor ama bu kez mizah kaynağı olacak şekilde. Öykünün dedektiflerinden Milo Perrier (James Coco) Christie’nin Poirot’sundan, Jessica Marbles (Elsa Lanchester) ise yine onun Miss Marple’ndan esinlenmiş (ya da onların parodileri olarak çizilmiş); Perrier’in kendisi gibi ağır Fransız aksanlı şoförü Marcel (ilk sinema filminde James Cromwell) ve Marbles’ın eskiden bakıcısı olan ama şimdi onun bakımına ihtiyaç duyan Miss Withers (Estelle Winwood) bu iki dedektifin takımını oluşturuyor.
Diğer üç dedektif de yazılı ve görsel sanatların karakterlerinden aktarılmış senaryoya Simon tarafından: Dedektif Sidney Wang (Peter Sellers), Amerikalı yazar Earl Derr Biggers’ın altı ayrı polisiyesinin kahramanı olan Çinli/Hawaiili polis Charlie Chan’ın parodisi olurken, kendisine evlatlık Japon oğlu (Richard Narita) eşlik ediyor öyküde; Dick ve Dora Charleston (David Niven ve Maggie Smith) ise Amerikalı Dashiell Hammett’in bizde “İnce Adam” adı ile yayımlanan ve 6 romandan oluşan “Thin Man” serisinin Nick ve Nora Charles karakterlerinden taşınmış filme ve hatta romandaki terrier cinsi köpekleri Asta da, Mayron adı ile çıkıyor karşımıza. Son dedektif ise yine Hammett’in 1930 tarihli romanı “The Maltese Falcon” (Malta Şahini) ve dört ayrı kısa hikâyesinin kahramanı olan Sam Spade’den esinlenen Sam Diamond (Peter Falk) karakterinden esinlenilerek yaratılırken, aynı zamanda Humphrey Bogart’ın “Casablanca”daki (Michael Curtiz’in 1942 tarihli ölümsüz klasiği) ölümsüz Rick karakterinden ve hatta Peter Falk’ın 1970’lerde bizde de çok sevilen televizyon dizisi Columbo’nun dedektif kahramanından izler de taşıyor; onun partneri ise ucuz romanların dedektiflerinin sevgilisi/sekreteri tiplemelerinden aşina olduğumuz Tess Skeffington (Eileen Brennan) ve onun adı filmin diğer tüm karakterleri gibi, ilham alınan bir karakterinden isminden sözcük oyunu ile oluşturulmuş. Buradaki kaynak isim, Spade karakterinin romanlardaki sekreteri Effie Perine. Bu sözcük oyunlarının bir diğeri dedektifleri evine davet eden zengin ve tuhaf adam Lionel Twain (ünlü yazar Truman Capote) için yapılmış Simon tarafından ve ismi Amerikalı oyuncak firması Lionel Corporation’ın en popüler ürünü olan trenlerinden (Lionel Train) uyarlanmış. Öykünün iki karakteri daha var: malikânenin kör uşağı ve, adı ve soyadı İngilizce bilenlerin tadına varabileceği bir espriye konu olan Jamessir Bensonmum (Alec Guinness), ve o gece için özel tutulan sağır ve dilsiz aşçı Yetta (Nancy Walker). Walker’ın kariyerinin zirvelerinden birinin 1970’lerin ünlü TV polisiyesi “McMillan & Wife”da (bizde McMillan ve Karısı adı ile gösterilmişti) dedektif McMillan’ın evindeki hizmetçi rolü olduğunu da unutmamak gerekiyor; çünkü böylece bir bakıma McMillan’a da göndermede bulunmuş oluyor senaryo. Simon iki yıl sonra çekilen ve yine Moore’un yönettiği “The Cheap Detective” filminde yapacağı gibi burada da sinema ve edebiyat eserlerine ve kahramanlarına bolca göndermede bulunmuş ve onları bilmeyenlerin bir parça (bazen de epeyce) eksik yaşayacağı bir eğlence yaratmış. “Casablanca” ve “The Notorious Landlady” (“Ateşli Dilber” – Richard Quine, 1962) filmlerinin bazı sahnelerine Sam Diamond karakterinin yaptığı göndermeleri, Miss Withers karakterinin adının Amerikalı yazar Stuart Palmer’ın yarattığı ve on dört romanının kahramanı olan amatör dedektif Hildegarde Withers’den alınmasını ve malikânenin kapı ziline her basıldığında duyduğumuz kadın çığlığının Merian C. Cooper ve Ernest B. Schoedsack’in 1993 tarihli “King Kong” filminde Fay Wray’in attığı çığlık olduğunu da ekleyelim filmin popüler kültürden kendisine eklediği unsurlar arasına.
Öykü örümcek ağları ile kaplı bir sandığı açan siyah eldivenli ellerin görüntüsü ile açılıyor ki bu eller film boyunca sık sık karşımıza çıkacak ve sahibi konusunda da senaryo bizi -özellikle de finalde- şaşırtıp duracaktır. Sandık açıldığında ortaya öykünün geçtiği malikânenin kartondan tek boyutlu bir görüntüsü, önünde tüm karakterlerin yine kartondan resimleri ile çıkacak ve açılış jeneriği boyunca bu karakterler onları canlandıran oyuncuların isimleri ile birlikte gösterilirken, kimilerinin gözleri de eğlenceli bir şeytanî hava ile hareket edecektir. Dave Grusin imzalı müziğin ilk anlardaki gerilimli atmosferinin yavaş yavaş değişmesi ve jeneriğin başında yer alan “Starring in Diabolical Order” ifadesi (normalde “Alphabetical Order” (alfabetik sırada) veya “in Order of Appearance” (Görüntüye geliş sırasına göre) olarak yazılan bu ifade “şeytanlık sırasına”anlamına gelecek şekilde değiştirilmiş) bir komedi seyredeceğimizi söylüyor bize. İlk sahnede o siyah eldivenli elin yazdığı davetiyeyi görüyoruz; Lionel Twain adına imzalanan bu davetiye “akşam yemeğine ve cinayete” çağırmaktadır misafirleri. O gece bir cinayet işlenecektir ve ev sahibi beş ünlü dedektifi, katili bulacak olana 1 milyon dolar vereceği bir oyuna davet etmektedir. Jenerikteki çizimlerin, sinemaya da uyarlanan “The Addams Family” (Addams Ailesi) adlı çizgi karakterlerin yaratıcısı Charles Addams’a ait olduğu film peş peşe gelen espriler, absürt unsurlar ve polisiye eserlere aşina olanların ayrıca keyif alacağı göndermelerle anlatacaktır bundan sonra olan bitenleri.
Neil Simon senaryoyu yazarken hem bu türün tüm popüler kahramanlarını iyice araştırmış hem de genel olarak popüler kültüre olan kişisel hâkimiyetinden epey faydalanmış görünüyor. Bu durum ise filmin hem avantajı hem de dezavantajı olmuş sanki; filmin süresi 1.5 saatin biraz üzerinde ve bu açıdan ortalamada duruyor ama bunca önemli ve ünlü karakterin, göndermelerin ve türün klişelerinin hakkını verebilmek için bu süre kısa kalmış görünüyor. Bunun sonucu ise zaman zaman bir parça hızlı ilerleyen ve yüzeysellikten gereği kadar uzaklaşamayan bir senaryo olarak çıkıyor karşımıza. Şu şekilde de ifade edebiliriz bu durumu: parçaların her birinin taşıdığı değer bir araya geldiğinde ortaya çıkan değer, parçaların toplam değerinden daha az olmuş görünüyor. Bunun sonucu ise polisiyenin tüm o popüler isimlerinin hak ettiği kadar ele alınamaması olurken; Simon’ın senaryosu, onlara bir komedi malzemesi olarak yaklaşırken sanki gerektiği kadar sevgi eklememiş hissini yaratıyor bu nedenle. Ne var ki bu durum filmin mizahını etkilemiyor hemen hiç ve senaryo aralıksız olarak eğlendirmeyi başarıyor yine de.
Filmin komedisini yaratan unsurlardan biri çoğunlukla Dedektif Wang karakterinin ağzından duyduğumuz ve bu alandaki klişelerle dalga da geçen ve absürt olmaktan da çekinmeyen espriler: “Balayındaki telefon gibi bir muhabbet bu: gereksiz!”, “Duvarda asılı inekle tartışan, tekerleksiz tren gibidir; hiçbir yere gitmez”, “Bunun bir tek anlamı olabilir… ve ben onu bilmiyorum”vs. Gerek bu esprilerdeki gerekse pek çok sahnedeki absürt unsurlar daha sonra, ZAZ olarak bilinen Jim Abrahams, David Zucker ve Jerry Zucker’ın filmlerinde de sıklıkla görünecek türden sözsel ve görsel “saçmalıklar” olarak da sık sık karşımıza çıktı. “Pornografik İncil satışı” veya “ellerinde 10 parmağı olan ama hiç serçe parmağı olmayan” karakterlere ya da “Şunu gördün mü? / Hayır / Ben de görmedim” gibi diyaloglara öykü boyunca aralıksız olarak yer verilmiş. Senaryonun Wang’in evlatlık Japon oğlu karakterini tam da bu bağlamda akıllıca kullandığını da belirtmekte yarar var; Willie Wang adındaki bu genç olan biten tüm saçmalıklara ve sarf edilen saçma sözlere adeta fiilmin seyircisi gibi yaklaşıyor ve bir anlam vermeye çalıştıkça da kafası karışıyor; böylece öykünün mizahına ek bir boyut katan bu karakter aracılığı ile seyirci de bir parçası gibi hissediyor kendisini seyrettiğinin.
Kör uşakla sağır dilsiz aşçının iletişim kur(ama)ma sahnesi gibi kesinlikle çok komik farklı bölümleri olan yapıt dedektiflerin her birinin analitik zekâsının örneklerini veriyor öykü boyunca ama onların çıkarımları üzerinden bir bakıma alay da ediyor onlarla. İngilizceye dayalı birkaç espri, dile hâkim olmayanlar için gözden kaçacak olsa da, başta dedektiflerin her birinin ev sahibi ile geçmişe dayalı ve katil olmalarını açıklayabilecek sırlarının Agatha Christie tarzı bir sahnede anlatıldığı bölüm olmak üzere seyirciye yeterli komedi sunmayı başarıyor film. Simon’ın senaryosundan yola çıkan ve kendisi de suç türünde yazdığı eserlerle bilinen Henry Reymond Fitzwalter Keating tarafından yazılan bir romanı da olan filmin sinema versiyonunda kullanılmayan ve sadece TV kopyasında yer alan ilginç bir bölümü de varmış; finalde karakterler malikâneden ayrılırken yolda, kendilerine eve giden yolu soran Sherlock Holmes ve Doktor Watson ile karşılaşıyorlarmış bu kesilen bölümde ve Wang oğluna “Bırak salaklar kendileri bulsun yolu” diyerek yardımcı olmasını engelliyormuş. Espri iyi ve Holmes – Watson ikilisi öykünün beş dedektifi kadar önemli bu türde kuşkusuz ama zaten süresi için çok fazla ana karakter içeren bir senaryoda bir de onlara yer verilmesi, zaten zaman zaman fazla yoğunluk hissi veren bir filmin bu bağlamda sınırı iyice aşmasına neden olurmuş.
Sam’in yardımcısı/sevgilisi Tess’e söylediği ama onun anlamadığı “Beni istersen, ıslık çalman yeterli. Islık çalmayı biliyorsun, değil mi?” sözü ile ilgili yapılan göndermenin hedefi sıkı sinemasever olanların dışındaki seyirciler için bir anlam taşımayacaktır. Bu sözler, Ernest Hemingway’in “To Have and Have Not” adlı romanından serbest bir şekilde uyarlananan senaryosunu Jules Furthman ve William Faulkner’ın yazdığı, yönetmenliğini Howard Hawks’un yaptığı ve kitapla aynı adı taşıyan filmden (Bizde “Alevli Dudaklar” gibi cüretkâr bir isimle gösterilmişti 1944 tarihli bu yapıt) alınmış. O filmde Lauren Bacall’ın canlandırdığı kadının, Humphrey Bogart’ın oynadığı erkeğe söylediği bu sözler, devamının -kimilerine göre taşıdığı- çifte anlam nedeni ile de sinemanın klasik repliklerinden birine dönüştü zaman içinde. Bacall’ın o film için yapılan deneme çekimlerinde de bu sözleri söylediği sahne kullanılmış.
Dave Grusin’in imzasını taşıyan müziklerin öykünün mizah ve gerilim tonu ile paralel ilerleyerek, hem senaryo hem Moore’un mizanseninin genelde dozunda tutulmuş saçmalığına uyum gösterdiği filmde oyuncuların tümü karikatür tiplemelerinin içini kendileri de eğlenerek doldurmuş görünüyorlar. Ünlü yazar Capote iki filmden oluşan sinema oyunculuğu kariyerinin bu ilk örneğinde (diğeri çok kısa bir görüntüsünün olduğu ve kendisini oynadığı, Woody Allen’ın başyapıtlarından biri olan 1977 tarihli “Annie Hall”) aksamamış ama hem yönetmenin kurgu tercihi ona yardım etmiş görünüyor hem de “abartılı oynama” ile “abartılı oynama rolü yapma” arasındaki ince çizgiyi zaman zaman aşmış görünüyor; yine de öykünün eğlenceli unsurlarından biri olmayı başarmış usta yazar. Simon’un doğrudan sinema için yazdığı ilk senaryoya sahip olan film, Moore’dan çok Simon’a ait görünen, saçma olmaktan çekinmeyen ve bu nedenle öyküdeki boşluklarının da umursanmaması gereken ve kalıcı olmayacak olsa da, eğlendiren bir çalışma. James Cromwell ve Richard Narita dışındaki oyuncularının artık hayatta olamadığı bu parodi, onları anmak için de eğlenceli bir fırsat.
(“22 Numarada Cinayet”)