“Auschwitz’in tekrar yaşanmasına izin vermeyin!”
Auschwitz toplama kampındaki kadın mahkûmların hayatta kalma çabalarının ve yaşadıkları korkunç olayların hikâyesi.
Senaryosunu Wanda Jakubowska ve Gerda Schneider’ın birlikte yazdıkları, yönetmenliğini Jakubowska’nın yaptığı bir Polonya filmi. Venedik’te Altın Aslan’a ve BAFTA’da En İyi Film ödüllerine aday gösterilen yapıt, Karlov Vary’de ise festivalin en iyi filme verdiği Kristal Küre ödülünün de ilk sahibi olmuştu. Kendisi de 2 yıl Auschwitz ve başka toplama kamplarında tutulan Jakubowska, oradaki hayata katlanabilmesini bir gün burada yaşanan korkunç olayları tüm gerçeklikleri ile sinemada anlatabilme umuduna bağlamış ve sonuçta ortaya “Tüm soykırım filmlerinin anası” kabul edilen bu ilginç ve önemli yapıt çıkmış. Tek bir ana karakterin hikâyesi olmak yerine, kadınların dayanışmasını öne çıkaran ve toplama kamplarının gerçeklerini belgesele yakın bir sahicilikle anlatmaya soyunan film görsel başarısının yanında, insanlık tarihinin en korkunç dönemlerinden birini ele alması ve günümüz sinemasında dile getirilmesi “sakıncalı” olan bir olguyu, komünistlerin ve Sovyetler’in Nazilerin mağlup edilmesindeki mutlak rolünü hatırlatması ile de önemli olan bir yapıt.
Polonya komünist örgütlerine üye olan Wanda Jakubowska Ekim 1942’de Gestapo tarafından tutuklandıktan sonra 28 Nisan 1943’te Auschwitz kapına gönderilmiş ve diğer sol görüşlü mahkûmlarla birlikte kamptaki hayatla (ve katliamlarla) ilgili dokümantasyon için çalışırken, bir yandan da dışarıdaki direnişçilerle ve mahkûmlar arasındaki gizli iletişim faaliyetlerinde görev almış. Kendisi gibi politik bir mahkûm olan German Schneider ile kampta tanışmış yönetmen ve savaştan sonra senaryoyu birlikte yazmışlar. Schneider’ın kampta bir çeşit “kapo” olarak görevlendirildiği söyleniyor ki bu durum onunla ilgili bugün de tam bir netliğe kavuşmayan iddiaların kaynağı. Naziler kamplarda Alman askerlerine olan ihtiyacı azaltmak için, mahkûmların arasında seçtikleri bazılarını bir çeşit gardiyan olarak niteleyebileceğimiz kapo olarak kullanmışlar; kurbanların birkaçını zalimlerin yanına çekip zulümlerinin aracısı yapmışlar bir başka deyişle. Bir Yahudinin diğerine söyleyebileceği en ağır hakarete dönüşmüş “kapo” sözcüğü savaştan sonra ve Schneider da kimilerine göre kamptaki tutsakları dövmüş (ya da dövmek zorunda kalmış) bu görevi sırasında; ama kimileri de onun “yetki”lerini kullanarak diğerlerine elinden geldiğince yardımcı olduğunu söylemiş.
Jakubowska senaryosunu gönderdiği devlet sinema kurumu Film Polski’nin o sırada başında olan ünlü sinemacı Aleksander Ford’un onayını alamamış; yönetmenin anılarında yazdığına göre bu senaryonun bir “yönetmen tarafından çekilmesi gerekir, herhangi bir “kadın” tarafından değil” gerekçesi ile engel olunmuş kendisine. Yılmayan Jakubowska senaryoyu Moskova’ya göndermiş ve hem Stalin’in ölümüne kadar yürürlükte kalan ve kendi adını taşıyan kültürel politikaların belirleyicisi Andrei Zhdanov’un hem de Stalin’in şahsen beğenisini aldıktan sonra, senaryoyu tekrar teslim ettiği Polonya devlet kurumu, Ford’un görevden alınmış olması ve o sırada Komünist Parti Birinci Sekreteri olan Bolesław Bierut’un onayının sonucu olarak filmin onun tarafından çekilmesine izin vermiş. Toplama kampları ile ilgili başka filmlere de imza atmış olan yönetmenin günümüzde pek hatırlanmıyor olmasının nedeni ise onun komünist ideallerine bağlılığını hep korumuş ve bunu yapıtlarına da yansıtmış olması olsa gerek. Ünlü Łódź Film Akademisi’nde Andrzej Wajda ve Roman Polanski gibi usta sinemacılara hocalık da yapmış olan Aleksander Ford ise 1968’de Polonya Komünist Partisi’nde gerçekleştirilen “anti-semitik temizlik” üzerine ülkesini terk etmiş ve 1980’de İtalya’da intihar edeerek son vermiş yaşamına.
Sinemanın sonradan çekeceği, toplama kampları ile ilgili pek çok filmin (Steven Spielberg’in 1993 tarihli “Schindler’s List” (Schindler’in Listesi), Alan Parker’ın 1982 yapımı “Sophie’s Choice” (Sophie’nin Seçimi) vs.) ilham kaynağı da olan yapıt, askerlerin sokakta halkı zorla kamyonlara bindirdiği bir sahne ile açılıyor. Toplama kampına gönderilenlerden biri de ailesi ile birlikte yakalanan Marta adındaki bir kadındır, suçu ise komünist olmaktır. Roman Palester’in görkemli senfonik müziği ile hikâye buradan etkileyici bir siyah-beyaz görsellik ile anlatılan (görüntülerde Sovyet Bentsion Monastyrsky’nin imzası var) Auschwitz’e geçiyor ve Marta’nın kalabalık bir figüran kadrosunun da çekimlerine katıldığı kamptaki günlerini izlemeye başlıyoruz. Tüm ailesi kamptaki fırınlarda yakılan (“Fabrika mı sandın orayı? İnsanların yakıldığı krematoryum orası. Seninle birlikte gelenleri yakıyorlar. Ailen var mıydı içlerinde?”) Marta çok iyi Almanca bilmesi sayesinde kampın komutanları için tercüman olarak çalışmaya başlıyor; bu görev ona pek çok avantaj sağlarken, öte yandan kaldırması kolay olmayan farklı zulümlerin de tanığı yapacaktır.
Film bir kurgu ama Jakubowska bir ya da birkaç kahraman yaratmak yerine, tüm kadınlara ve onların ortak yaşamlarına, çabalarına ve direnişlerine ağırlık vererek ve kampın günlük gerçeklerini anlatarak bir belgeselin tarzına yakın duruyor genellikle. Yahudilerin, komünistlerin, çingenelerin ve Polonyalıların yanı sıra başka milletlerden insanların da bir arada bulunduğu kamptan gösterilenlerin “gerçeğin sadece küçük bir kısmı” olduğunun açılış yazısında belirtildiği film, bu tavrına rağmen zaman zaman bir mesaj kaygısına düşmüyor da değil; örneğin küçük bir kızın elinden düşen oyuncak bebeğin üzerine birazdan askerlerin basacağının önceden anlaşılması gibi kendisini fazlası ile belli eden sahneler var filmde. Burada asıl dikkat çekecek olan ise, Stalin ve Sovyet övgüsü (ya da hayranlığı) olacaktır herhalde. Sovyet liderinin bir konuşmasını içeren mektubun büyük bir umut ve heyecanla okunması veya Kızıl Ordu’nun adının her geçişinde parlayan gözler yönetmenin ve dönemin Polonya rejiminin politik tercihlerine çok uygun düşüyor şüphesiz ama görsel olarak (yakın plan yüz çekimleri, karakteri “yücelten” alttan çekimler, ufka bakan gözler vs.) özel bir vurguya başvursa da Jakubowska, Auschwitz’deki komünist kadınların o sırada gerçekten de böyle hissettiklerinden bir kuşku olmasa gerek. Bugünün sinemasında Stalin’den ve hatta komünizmden -hangi nedenle olursa olsun- olumlu bir içerikle söz edecek bir film bulmak hemen hemen imkânsız olduğu için, günümüz seyircisi için bu unsurlar olduğundan da fazla bir propaganda havasının hissedilmesine neden olacaktır ama öykünün yaşandığı dönemle ilgili farkındalık bu duyguyu kıracaktır kesinlikle. Kamptaki, kendisi de mahkûm olan cesur kadın doktorun Leningrad’dan gelmiş olmasını da ekleyebileceğimiz Sovyet ve komünizm vurgusunu değerlendirirken, kendisi de tam 3 yıl boyunca toplama kamplarında kalan yönetmeni diğerleri ile birlikte Auschwitz’den kurtaranın Kızıl Ordu olduğunu akılda tutmakta yarar var.
Klasik bir Hollywood yapımının aksine herkesin kendi ana dilinde konuştuğu film, toplama kamplarındaki zalimlikleri farklı sahnelerde (“Büyünce ya bir moron ya da bir suçlu olacak” bebeğin ortadan kaldırılması, fırınların daha verimli çalışması için yapılan toplantılar, yeterince çalışamayacak durumda olanların “ayıklanması”, küçük faşistler, müzik eşliğinde işkence vs.) ve diyaloglarda (“Ne fark eder? Bir gün hepimiz o bacalardan çıkan dumana dönüşüp havaya karışacağız ve tekrar buluşacağız”) duygusal açıdan etkileyici bir şekilde anlatıyor hikâyenin başından sonuna. Nazi kadın subay gibi zaman zaman abartılı çizilmiş karakterleri ve Nazilerin savaşı kaybetmesinde Sovyetler’in büyük payını unutmaya eğilimli Batılı liberal bakışlıları rahatsız edecek “Dayanın, Kızıl Ordu geliyor!” gibi anları olsa da, sinemanın anti-faşist yapıtları arasında mutlaka anılması gereken bir çalışma bu. Profesyonel oyuncular ve bir “figüran ordusu”nun yanında, tıpkı yönetmen gibi eski mahkûm olan Polonyalıların da rol aldığı ve önemli bir kısmı Auschwitz’de çekilen filmin başarılı set tasarımlarında da yine Nazilerin bu kampta uzun bir süre tuttuğu Czesław Piaskowski’nin imzası var.
Macar tarihçi ve film eleştirmeni Béla Balàzs filmi yeni bir türün kurucusu olduğunu yazmış: Sahnelenmiş belgesel. Buna karşılık kampta tutsak olanların bir kısmı da dahil olmak üzere bazıları da filmin gerçekleri yumuşattığını ve yönetmenin asıl amacının ideolojik görüşlerinin propagandasını yapmak olduğunu öne sürmüşler. Sonuçta karşımızda tarihin en büyük suçlarından birinin işlendiği bir mekânın gerçeklerini -eksik ya da fazla- karşımıza getiren ve bunu yaparken, sinemanın benzer konuları işleyen pek çok örneğinin aksine erkekleri değil, kadınları öne çıkaran bir film var. “Anneni düşün” sahnesi başta olmak üzere bir kadının elinden çıktığını gösteren senaryosu ile de, adını milyonlarca insanın hayatı için “son etap” olan bir mekândan (ya da filmin kampın son günlerini anlatmasından) alan bu film ilgiyi ve hatırlanmayı kesinlikle hak ediyor.
(“The Last Stage”)