Our Daily Bread – King Vidor (1934)

“Şu İsveçli’nin bir günde ne kadar iş yaptığını düşünüyordum. Aynı durumda nice insan vardır. Benzinleri bitene kadar rasgele öylece gidiyorlar. Bir insan bir günde onun yaptığı kadar iş yapabiliyorsa, on kişi neden onun on katı iş yapamasın? Düşünsene; bir tesisatçı, bir marangoz, bir taş ustası… Bir tür ortak yaşam. Paranın o kadar önemli olmadığı bir yer. Sen bana yardım ediyorsun, ben sana. Harika bir fikir, değil mi?”

1929’da başlayıp 1930’lar boyunca süren “Büyük Buhran” (Great Depression) döneminde işsiz bir çiftin, bir yakınlarının işletmeleri için verdiği bir çiftlikte kendileri ile aynı durumda olanlarla bir ortak yaşam kurmalarının hikâyesi.

Orijinal hikâyesi King Vidor’a, senaryosu Elizabeth Hill’e ait olan ve diyaloglarını Joseph L. Mankiewicz’in yazdığı ve Vidor’un yönettiğ bir ABD filmi. Yönetmenin 1928 yapımı sessiz filmi “The Crowd”un karakterlerinin devam hikâyesi olarak çekilen film gişede başarılı olamamış ve yapımcılığı da üstlenip finansmanı kendi parası ile karşılayan Vidor’un ifadesine göre maliyetini ancak karşılayabilmiş. Amerikan sinemasından çıkan en “sosyalist” filmlerden biri bu ve Büyük Bunalım döneminin Amerikan başkanlarından olan Roosevelt’in aldığı ekonomik ve sosyal tedbirler nedeni ile ABD’yi bir sosyalist devlete dönüştürmekle eleştirildiği bir ülkenin sineması için de cesur bir adım kesinlikle. İlk dönem Sovyet sinemasını çağrıştıran hikâyesi ve biçim çalışması ile dikkat çeken film dayanışmanın ve paylaşmanın en güzel ve umut dolu örneklerinden biri ve özellikle uzun final bölümündeki görsel ve mizansen başarısı ile King Vidor’un ustalığının da sıkı örneklerinden biri. Bugün belki temel olarak içeriği ile öne çıksa da, klasik Amerikan sinemasının sıkı ve dürüst örneklerinden biri bu yapıt.

“Inspired by Headlines of Today” (“Bugünün manşetlerinden esinlenmiştir”) yazısı ile başlıyor film. Sesli sinemanın ilk yıllarında, özellikle Warner Bros’un filmlerinde gelenek olarak kullanılan bir ifade bu ve filmimize de yakışıyor; çünkü Büyük Buhran’ın tam da ortasında çekilen film o buhranın etkilediği milyonlarca kişiden birkaçının hikâyesini anlatıyor bize. Genç çifti tanıyoruz önce; birbirlerine çok bağlıdırlar ve ciddi bir yoksulluğa düşmüşlerdir. Milyonlarca insan gibi evin erkeği de uzun süredir işsizdir (“Aynı hikâye: Yüz adam, bir tane iş”) ve kirayı ödeyemedikleri gibi artık evdeki eşyaları birer birer satarak yiyecek bir şeyler alabilmektedir. Kadının amcasının durumu onlara göre çok daha iyidir ve erkeği yeterince gayret göstermemekle eleştirse de bankaya ipotekli olan ve artık pek de bir değeri olmayan çiftliğini işletmeleri için onlara verir. Genç çift tarımdan hiç anlamasa da bu onlar için bir fırsattır ve umutsuz bir şekilde çiftliğin yakınından geçenleri davet ederek burada ortak bir hayatı inşa etmeye soyunurlar.

Senaryo karanlık bir dönemin hikâyesini başta biraz esprili sonra da umutlu bir biçimde anlatarak hikâyenin içerdiği “depresyon”u azaltmış ve trajik bir durumu bir kurtuluş mücadelesine dönüştürmüş etkileyici bir şekilde. Ortak yaşamı kurma sırasında yaşanan zorluklar -su problemi dışında- çok fazla gündeme gelmiyor; bunun yerine iyimserliğe ve dayanışmanın her türlü bireysel ve toplumsal sorunun üzerinden gelebilme gücüne odaklanıyor senaryo ve çıkan ufak tefek sorunların nasıl aşılabileceğini gösteriyor. Çiftliğe yerleşmek üzerinden kurtuluşun “toprağa dönmek”te olduğunu öne süren hikâye baş karakterinin ağzından dile getirdiği “Toprağımız da var, gücümüz de” sözü ile de altını çiziyor bu iddiasının. Yerleştikleri toprak üzerinde çıkan ilk ekine sevgi dolu bakışlarla bakan ve toplu olarak şükür duası eden onlarca insanın sıfırdan bir toplum ve toplumsal düzen kurmalarının hikâyesi bu temel olarak ve seyirciyi de onların çabasına ortak ediyor içten içeriği ve dili ile. Toplandıkları ilk gece yönetim şeklini tartıştıkları sahnede topluluktan biri “Sosyalist bir yönetim” olmalı cümlesini kuruyor ki Amerikan sinemasında uzun süre telâffuz edilemeyecek bir söylem bu. Tartışma bir sonuca bağlanmıyor hatta birisi bu yönetim şeklini izci kampına benzetiyor ama sonunda gittikleri yol da bir sosyalist düzeni işaret ediyor.

Kendisinden önce dile getirenler olmuş olsa da Karl Marx’ın popüler kıldığı “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sloganına uygun bir yaşam çiftlikte kurulan. Herkes cebindeki tüm parayı ortak havuza koyarken, sahip olduğu bedensel ve zihinsel beceriyi de diğerlerinin hizmetine sunuyor: “Hey, marangoz! Ben bir taş ustasıyım. Sen benim evin temelini yap, ben de senin şömineni yapayım”. Kahramanlarımız el yordamı ile kurdukları düzende başta bu sloganı sadece üretime yönelik yetenekler için yorumlayıp berber, ütücü, cenaze levazımatçısı ve müzisyeni çiftliğe kabul etmek istemiyorlar ama kısa sürede yeteneğin her türlüsünün bu eşitlikçi toplumsal düzen için gerekli ve önemli olduğunu anlıyorlar. Ütücünün evine astığı “I Got – I Want” (Sahip Olduklarım, İhtiyaç Duyduklarım) tabelası da bu anlayışın bir başka göstergesi. Bir Sovyet filminde göreceğiniz türden bir sahnede şarkı söyleyerek tarlaya çalışmaya giden karakterler (kamera emekçileri yücelten bir şekilde kullanılıyor burada) işte bu anlayışın uzantısı olarak her sahnede birlikte çalışmanın ve üretmenin coşkusunu yaşıyor ve yaşatıyorlar.

Topluluğa “dışarı”dan katılan bir karakterin neden olduğu sorunu politik anlamda bir dış tehdit olarak mı değerlendirmek gerekir, bilmiyorum ama senaryo topluluğun üyelerini tek bir sahne dışında olumsuz bir eylem içinde göstermiyor ve o sahnede de o kişinin bu eylemi engelleniyor ve sonrasında ne olduğuna değinilmiyor. Filmin iyimser bakışının ve dayanışmanın iyileştirici gücüne inanmasının bir sonucu olarak görebiliriz bunu kuşkusuz. Toplumun ortak çıkarı ve selameti için bireysel fedakârlıkların ve özellikle zor zamanlarda üzerinde uzlaşılmış, kendisine güven ve inanç duyulan bir liderin gerekliliğini de gösteriyor film. Yılgınlık anlarında ve büyük problemlerle karşılaşıldığında bu tür bir liderin ne denli kritik bir önemi olduğunu da anlıyoruz hikâyedeki bir kriz anında. Sadece yöneterek değil, halka birlikte çalışarak da konumunu doldurabilecek bir figür olmalıdır bu lider hikâyemize göre.

Tarlanın ihtiyacı olan su için kanal açılmasını gösteren hayli uzun final sahnesi içeriği ile filmin tüm temalarının bir özeti olduğu gibi, Vidor’un yönetmen olarak da kendisini parlak bir şekilde gösterdiği bir bölüm. Bu sahnede ortak emeğin güzelliğini hissetmemek, aynı anda inen ve adeta emeğin şarkısını söyleyen kazma ve küreklerin ritmik sesinden etkilenmemek ve toplumsal bir amaç için gösterilen insanüstü çabanın güzelliğine hayran kalmamak mümkün değil. On günde çekilen bu sahne kamera kullanımı, temposu, karakterlerin koreografisi ve sonda ulaşılan coşkunun güzelliği ile sinemanın da en önemli sahnelerinden biri olsa gerek.

1950’lerin başlarında Orson Welles’in en sevdiği on sinema filminden biri olarak seçtiği bu King Vidor yapıtı hikâyesini anlattığı toplumun macerasının daha sonra nerelere uzandığını ve kurulan “sosyalist” düzenin akıbetini bildirmiyor bize ama filmin iyimser ve umut veren tercihlerini düşününce normal karşılanması gereken bir tercih bu. Genç çifti canlandıran Tom Keene ve Karen Morley’nin (sanatçı Temsilciler Meclisi’nde kuulan bir anti-komünist komite olan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi ‘nin sorularını cevaplamayı reddettiği için Hollywood’da kara listeye alınmış ve sinema kariyeri de sona ermiş) üzerlerine düşeni yaptığı film görülmesi gereken bir klasik kesinlikle ve günümüz sinemasında çok nadiren görebildiğimiz toplumsal bakışı ile de hayli önemli.

(“Hell’s Crossroads” – “Hayat Mücadelesi”)

(Visited 80 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir