Akiresu to Kame – Takeshi Kitano (2008)

“Ne kadar çok gizem olursa, tablonun değeri o kadar yüksek olur”

Tüm hayatını ressam olmaya adayan ama tek bir resim bile satamayan bir adamın hikâyesi.

Zeno’nun paradoksu olarak da bilinen ve hızlı bir koşucunun yarışa kendisinden önce başlayan bir kaplumbağayı neden asla geçemeyeceğini anlatan hikâyenin açıklamalı bir animasyonu ile başlayan film bu başlangıç sahnesi ile hem kahramanımızın asla kazanamayacağı bir mücadeleyi (ilk hedefe ulaşsa da hedefin hep bir parça daha ileri gitmiş olması nedeni ile) baştan özetlemiş oluyor hem de filmin parlak görselliğinin ilk işaretlerini veriyor.

Zaman zaman komedi zaman zamansa bir trajediyi anlatır gibi görünen filmi belki bir kara mizah örneği olarak nitelemek mümkün. Babasının zenginliği ve gücü nedeni ile herkesin sanatçılığını teşvik ettiği bir çocuğun arkasındaki bu gücü yitirdiğinde girdiği/itildiği yoldan artık geri dönememesi ve tüm yeteneğine ve denemelerine rağmen “başaramamasını” anlatan film komedi ağırlıklı gibi görünse de yansıttığı onca trajedi ile filme bu açıdan yaklaşmayı bazen zorlayan bir yapıya sahip. Kimi zamanlar sadece trajediye veya sadece komediye odaklanılsa daha iyi olurdu diye düşündürtse de yapılan seçim belki de filme mesafeli yaklaşılmasını sağlayarak ayrı bir güce sahip olmuyor da değil.

Filmin ironisi de hayli güçlü; filmin başındaki sanatçı ve hamisi ilişkisinde güçlü olan hami iken filmin ikinci yarısında, ilk yarıdaki sanatçının oğlu eksper rolünde sanatçı olmaya çalışan haminin oğlunu kelimenin tam anlamı ile süründürüyor ve onunla oynuyor. Sanat dünyasında sanatçıyı üne kavuşturacak ve onu başarılı kılacak unsurların ne olduğu konusunda, sanatçı olamayanların (daha doğrusu sanat dünyasında yer edinemeyenlerin) perişanlığı ve sanatta farklı arayışlar ve daha önce yapılmamışları deneme üzerine oldukça eğlenceli bir bakışı var filmin. Etrafında olan biten tüm trajedilere rağmen resim yapmaktan ve resim yapmayı sevmekten vazgeçmeyen adamın tüm denemeleri filme oldukça etkileyici bir görsellik katmış ve film bu görselliğin sık sık tadını da çıkarıyor. Örneğin bir kan damlası ile başlayan ve tüm görüntünün kırmızıya boyandığı sahne gerçek bir ustalık ile çekilmiş. Benzer şekilde, sanat okulu öğrencilerinin klasik yaratım sürecinin dışındaki tüm denemeleri de hem eğlendiriyor hem de filme rengarenk bir hava katıyor.

Sanat büyük bir aldatmaca mıdır, sanatı sanat yapan nedir ve daha temel olarak sanat nedir soruları üzerinde düşünülmesini de sağlayacak, bir insanın tutkusunun peşinde gitmekte sınır tanımayabileceğini gösteren ve başarıyı kimin tespit ettiği üzerine derin bir sorgu ve beraberinde hüzne neden olabilecek filmdeki vefalı eş portresi ise tek bir cümleyi hak ediyor: Tanrı herkese böyle bir eş nasip etsin!

(“Achilles and the Tortoise” – “Akileus ve Kaplumbağa”)

Gentlemen Prefer Blondes – Howard Hawks (1953)

“Senden başka hiçbir kız onca spot ışığının altında sahneden bir erkeğin cebindeki mücevher kutusunu göremez”

İki şov kızının para, erkekler, mücevherler ve aslında mutluluk peşinde koşmalarının müzikal hikâyesi.

Yönetmen Howard Hawks’ın bu filmi diğer pek çok müzikal gibi sahneden sinemaya uyarlanmış, keyifli, basit hikâyesinin tadını çıkartan ve işte o eğlenceli eserlerden biri. Marilyn Monroe ve Jane Russell gibi Amerikan sinemasının cinsel cazibesini en ustalıkla kullanan isimlerinden olan iki oyuncusundan sonuna kadar yararlanan film bu iki yıldıza eşit derecede yer veren olay akışı ile filmin adının aksine sarışınlar ile esmerler arasında herhangi bir adaletsizliğe de izin vermiyor. Monroe özellikle flört ettiği, ayarttığı ve aptal rolünü oynadığı sahnelerde çok eğlenceli olmayı başarıyor. Russell ise özellikle Monroe’nun yerine geçtiği mahkeme sahnesinde epey keyif veriyor.

Bir müzikalin başarılı olması için keyifli ve kalıcı şarkılara ve etkileyici bir koreografiye sahip olması şart elbette. Film bu alanda da beklentileri karşılıyor. Müzikalin klasikleşen şarkılarından “Diamonds are a Girl’s Best Friend” bölümü hem şarkının başarısı hem de koreografisi ile ve elbette Monroe’nun performansı ile göz dolduruyor. Bu sahnedeki sadece siyah, kırmızı ve pembe renklere sahip dekor ve kostümler de görkemi ve parlaklığı ile filmin doruk noktalarından birini oluşturuyorlar. Film için özellikle yazılmış olan ve Russell’ın Amerikan Olimpik Takımı rolündeki oyuncular ile birlikte seslendirdiği “Ain’t There Anyone Here For Love” şarkısının yer aldığı bölüm ise koreografisi ve cinsel cazibeyi kullanırken sadece Monroe ve Russell’dan yararlanmadığını göstermesi ile de ilgiyi toplayabilir.

Esprileri genelde oldukça keyifli, şarkıları ve dansları güzel bir müzikal bu ve bir derinlik aramadan, kendinizi eğlencenin kollarına bırakarak ve tiplemelerdeki klişelere takılmadan seyredilmesi gerekiyor. Kaldı ki “gönül işleri ters gidince her şey ters gider” gibi özlü mesajları da var.

(“Erkekler Sarışınları Sever”)

O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias – Cao Hamburger (2006)

“Kaleciler tüm hayatlarını kalelerinde tek başına ve en kötüsünü bekleyerek geçirirler”

1970 Brezilya’sında bir yandan Dünya Kupasının heyecanını diğer yandan diktatörlüğün acılarını yaşayan bir çocuğun büyüme hikâyesi.

“Sergen ile Şifo Mehmet”, “Alex ile Tümer”, “Eleano ile Arda” yan yana oynar mı tartışmalarının her devirde ve her ülkede benzerlerinin olduğunu da gösteren (ki buradaki örnek Pele ile Tostão, ve yan yana çok da başarılı oyunuyorlar) filmde 70’lerin baskı altındaki bu Latin Amerika ülkesinde bir yandan polisten saklanan ebeveynlerinin dönmesini bekleyen diğer yandan aşığı olduğu futbolun en büyük kupasında Brezilya’yı takip eden bir çocuğun özlem, tedirginlik ve sevgi dolu hikâyesi anlatılıyor.

Futbol, siyaset ve bir çocuğun büyümesi eksenlerinde ilerleyen filmde yarı otobiyografik bir özelliği olan senaryodan kaynaklanan bir dördüncü eksen de var. Dedesinin yanına bırakılmak için çocuğun getirildiği yahudi mahallesi ve bu mahallenin varlığından dolayı filmde kendine hayli geniş bir yer bulan “dindar, huysuz ama sevecen yaşlı yahudi”, mitzva törenleri ile karşımıza gelen “yahudi gelenekleri” gibi unsurlar sanki filme bir yandan sıcaklık katarken diğer yandan da belki dozun fazla tutulması nedeni ile filmin daha vurucu bir etkiye sahip olmasını engellemiş gibi görünüyor. Futbolun evet sadece futbol olmadığını ve hayatın birebir kopyası olduğunu anlatan bir film bu ve bu oyunun hayatlarımıza ne denli sızdığının da pek çok kanıtını içeriyor; hem ülkesi Brezilya kazansın isteyen hem de sosyalizmin zaferinin göstergesi olacaktır diye Çekoslavakya’nın kazanmasını arzu eden solcu eylemci (gerçi hangi tarafın attığı gole daha çok sevindiğini gizleyemeyerek futbolu siyasetin önüne geçiriyor ama), topluca seyredilen maçlardaki ortak coşku ve hüzün, ve kaleciler üzerinden gösterilen felsefik yaklaşımlar gibi.

70’lerde bizde Şiribim Şiribom olarak bilinen şarkının orijinalinin sık sık eşlik etttiği film hayatının belki de en çok ihtiyacının olduğu döneminde anne ve babasından uzak düşen ama onları inatla bekleyen ama bir yandan da büyüyen bir çocuğun futbol eksenli dünyasına sızan ilk flört, yeni dostluklar, yeni kültürler ve kısaca “uyanışlar” olarak özetlenebilecek büyüme sancılarını belki dramın gücünün aleyhine biraz fazla sıcak bir tavırla ama samimiyet ile anlatıyor. Mavi bir Volkswagen’in peşinde koşulan sahne veya üniversitedeki tutuklama anları gibi bölümler filmin belki bir parça daha sert tonu olsa ilave bir güce de kavuşabileceğini ama bilinçli bir tercih ile ne olursa olsun umudun ve dayanışmanın ön plana çıkarıldığını gösteriyor bize. Sevginin emek ile birlikte anlam kazandığını ve baskı ve diktatörlüğün olduğu bir ortamda hiçbir bireyin kendini bunlardan uzakta tutamayacağını söyleyen filmin bir güçlü mesajı daha var: Yaşasın futbol! Filmi izledikten sonra futbolun neden sermayenin değil halkın elinde olması gerektiği üzerine uzun uzun düşünmemek ve oyunun bu alandaki güncel durumuna üzülmemek elde değil.

(“The Year My Parents Went on Vacation” – “Annemler Tatilde”)

Iluzija – Svetozar Ristovski (2004)

“Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır”

Bağımsızlığını yeni ilan eden Makedonya’da bir çocuğun ayakta kalma mücadelesinin hikâyesi.

Yeni bir düzene geçmenin şiddetli sancılarını yaşayan bir toplumda bir çocuğun tek bir dayanağının, tek bir rol modelinin olmamasının sonuçlarını anlatan filmde kahramanımızın dışında sadece iki olumlu karakter var ama bunlardan birinin gerçekliği oldukça belirsiz bırakılırken diğeri de iyi ama pasif bir karakter. Ailesi başta olmak üzere hayatının her alanında yalnız ve desteksiz olan karakteri ve bu karakterin büyüme ve kurtulma çabası üzerinden belki de ülkesinin içinde bulunduğu durumu anlatmak istemiş yönetmen.

Kötümserliğin ağır bastığı bir film bu ve nerede ise çözümün olmadığını ve gerçekleştirilebilecek tek kaçışın sadece hayallere doğru olabileceğini söylüyor. Bu kötümserlik dozu zaman zaman filmi seyretmeyi zorlaştırıyor ama sonuçta filmin özellikle finalindeki vuruculuğunu artırdığı da bir gerçek. Düz ve net bir tavrı var filmin ve herhangi bir oyuna başvurmadan, aktarmak istediğinin peşine düşüyor. Net tavrı filmin oldukça fazla sayıda metafor veya sembolik anlatıma başvurmasına engel değil; kastettiğim filmin temiz bir sinema dili ile ve sahnelerin kendi içinde kamera oyunlarına vs başvurmadan derdini dile getirmiş olması. Makedon/Boşnak ayrımı üzerinden dağılan Yugoslavya’nın ve Balkan halklarının durumu, entellektüellerin pasifliği, tek kaçış aracının sanat olması gibi pek çok yan teması var filmin ve geçen bir trenin neden olduğu toz bulutunun mahvettiği yemek gibi yaratılmaya çalışılan mutlulukların ne kadar kırılgan olduğunu sembolize eden sahneleri.

Umutsuz bir ortamda umut ediyor olmanın neden olabileceği trajedileri gösteren film “değişim” sürecindeki toplumların geride bırakmaya çalıştıkları ile elde etmeye çalıştıklarının birbirinden farklı olmadığını ve bir toplumun iyi veya kötü eski değerlerini geride bırakırken yeni değerleri oturtmasının ne kadar güç olduğunu söylüyor bize. Paris’in gerçekliği filmde tutunulabilecek tek dal ve onun da şüpheli gerçekliği seyredeni boşluğa düşürüyor ama sonuçta güçlü, trajik ve başarılı bir film.

(“Mirage” – “Serap”)