Autoreiji: Biyondo – Takeshi Kitano (2012)

“İtibar bir yakuza için her şeydir”

Polisin de bir parçası olduğu, yakuza örgütleri arasındaki mücadelenin hikâyesi.

Japon yönetmen Takeshi Kitano’nun 2010 tarihli “Autoreiji – Öfke” adlı filmine iki yıl sonra çektiği bu devam filmi ilkinden sağ kalan karakterler ve birincinin sonunda bıçaklandığını gördüğümüz ama ölmediğini bu fimle anladığımız yakuza lideri Otomo ile yeni bir hikâye anlatıyor. İlkini görmüş olmak muhtemelen bu filme daha çabuk ısınmanızı sağlayacaktır ama yine de kendi artıları ve eksileri ile tek başına da seyredilebilecek bir çalışma bu. Venedik’te Altın Aslan için yarışan film Kitano’nun teknik becerisi, bir savaş filminden daha çok ceset görebileceğiniz sahneleri ve Japon mafyası Yakuza’nın içinden görüntüleri ile ilgi çekiyor ama Kitano’ya ait olan hikâyesinin bir parça sıradanlığı da filmi zayıflatıyor kesinlikle.

Polisin ve Yakuza’nın iç içe yaşadığı bir dünyayı anlatan filmimiz rakip örgütler arasındaki rekabete odaklanmayı tercih ediyor. Antlaşmalar, ihanetler, tuzaklar, sadakatler ve elbette bol bol cinayet hikâye boyunca karşımıza geliyor. İlk yarısında daha düşük tonlu şiddet sahneleri çeken ve doğrudan bir şiddeti daha az sergileyen Kitano ikinci yarıda şiddetin tonunu ve hikâyedeki yerini hayli artırıyor ama açıkçası yine de 2010 tarihli öncülüne göre daha yumuşak sahnelerle tamamlıyor filmini. Yönetmen şiddetini daha az tuttuğu filmde bu kez sertliği ile değil mizanseni ile öne çıkan sahnelere imza atmış. Bir yakuza liderinin evinin araba parkında uzaktan çekim ile verilen araba içindeki bir adamı öldürme, mafya liderleri arasındaki tüm pazarlık, tehdit, uzlaşma ve çatışma anlarına tanık olduğumuz bölümler veya hayli sert olmasına rağmen “ısırarak parmak koparma” sahnesi filmin en çok öne çıkan anlarını oluşturuyor. Mafyanın kendi dışındakilere (topluma, devlete, tek tek sıradan bireylere vs.) karşı olan kötülüğüne değil, kendi içindeki iktidar kavgalarına yoğunlaşmasını filmin eksilerinden biri olarak görmek gerekiyor aslında. Çünkü bu hali ile bu örgütler kötülüğün ve suçun kaynağı olmaktan çok, kendi içinde kavga edip duran yaramaz çocuklar gibi görünüyor zaman zaman.

Keiichi Suzuki’ye ait olan modern havalı müziğinin zaman zaman hikâye ile uyuşmayan bir hüzün havası taşımasına rağmen etkileyici olduğunu söylememiz gereken film çok sayıdaki karakteri ve taşlar ikinci yarıda yerine oturana kadar karmaşık görünen olay yapısı ile ilk yarısında vasatı aşamıyor her zaman. Kitano’nun canlandırdığı Otomo karakterinin hikâyede ağırlığının artması ile çekiciliğini de artırıyor filmimiz. Otomo’nun hapisten çıkarken artık bu dünyadan elini çekmiş görünmesi sonraki gelişmeler için bir parça sürpriz öğesi de yaratıyor ki bunun da filmin kesinlikle lehine işlediğini söyleyelim. Ne var ki hikâye hemen hiçbir anında yeterince sarmıyor seyredeni ve doğru bir kelime mi olacak bilmiyorum ama vasat bir hava taşıyor. Kitano’nun hikâyesinin mücadelenin paydaşları arasında taraf tutmayan bir tavırla takım elbiseli, silahlı ve siyah arabalı erkekleri peş peşe karşımıza getirmesi de bir noktadan sonra yorabiliyor seyredeni açıkçası. Yönetmen bu çok karakterli filmde kendi karakterine aslan payını vermiş gibi görünüyor ve onun hikâyede ön plana çıkması ile de film zenginleşiyor ve çekiciliğini artırıyor kesinlikle. Kitano bu rolün altından başarı ile kalkmış ve onunla birlikte diğer tüm oyuncular da bu “erkek” filminde üzerlerine düşeni yapıyorlar.

Özellikle ilk yarısında dikkatli izlenmeyi gerektiren film, yukarıda belirtilenlerin yanında beyzbol toplu işkence gibi rahatsız edici ama etkileyici sahneleri ile de izlenmeyi hak eden bir çalışma. Filmin tüm o erkeksi sertliğinin yanında ufak bir komedi havası yakalamayı başarmasını da takdir etmek gerek. Bir de son bir nokta var ki filmin aksiyon havasını düşünsel açıdan aşıyor ve zenginleştiriyor onu. Hikâye hem polis gücü içinde hem de yakuza içinde eskilerden yana koyuyor ağırlığını; genç polisin yaşlı polisin yöntemlerini beğenmemesine ve genç yakuza üyesinin eskilere sürekli artık çağın değiştiği konusunda nutuklar atmasına rağmen hikâyenin gelişimi onları pek de haklı çıkarmıyor. Genç yakuza liderinin yaşlılara yatırım fonlarından ve döviz yatırımlarından bahsettiği sahnede Kitano sanki finansal suçların yanında klasik suçların masum kaldığını söylüyor seyircisine. Bunu iki türlü yorumlamak mümkün: İster Coppola’nın “Godfather” serisinde uyuşturucuya bulaşmayan mafyaya yönelik yaptığı gibi nerede ise bir güzelleme olarak görüp eleştirebilirsiniz bu durumu ya da kapitalizmin birbiri ardına tekrarlanan son yıllardaki krizlerinin tümünün kökeninde finans dünyasının olduğunu hatırlayarak hak verebilirsiniz Kitano’ya.

(“Beyond Outrage” – “Öfkenin Ötesinde”)

Akiresu to Kame – Takeshi Kitano (2008)

“Ne kadar çok gizem olursa, tablonun değeri o kadar yüksek olur”

Tüm hayatını ressam olmaya adayan ama tek bir resim bile satamayan bir adamın hikâyesi.

Zeno’nun paradoksu olarak da bilinen ve hızlı bir koşucunun yarışa kendisinden önce başlayan bir kaplumbağayı neden asla geçemeyeceğini anlatan hikâyenin açıklamalı bir animasyonu ile başlayan film bu başlangıç sahnesi ile hem kahramanımızın asla kazanamayacağı bir mücadeleyi (ilk hedefe ulaşsa da hedefin hep bir parça daha ileri gitmiş olması nedeni ile) baştan özetlemiş oluyor hem de filmin parlak görselliğinin ilk işaretlerini veriyor.

Zaman zaman komedi zaman zamansa bir trajediyi anlatır gibi görünen filmi belki bir kara mizah örneği olarak nitelemek mümkün. Babasının zenginliği ve gücü nedeni ile herkesin sanatçılığını teşvik ettiği bir çocuğun arkasındaki bu gücü yitirdiğinde girdiği/itildiği yoldan artık geri dönememesi ve tüm yeteneğine ve denemelerine rağmen “başaramamasını” anlatan film komedi ağırlıklı gibi görünse de yansıttığı onca trajedi ile filme bu açıdan yaklaşmayı bazen zorlayan bir yapıya sahip. Kimi zamanlar sadece trajediye veya sadece komediye odaklanılsa daha iyi olurdu diye düşündürtse de yapılan seçim belki de filme mesafeli yaklaşılmasını sağlayarak ayrı bir güce sahip olmuyor da değil.

Filmin ironisi de hayli güçlü; filmin başındaki sanatçı ve hamisi ilişkisinde güçlü olan hami iken filmin ikinci yarısında, ilk yarıdaki sanatçının oğlu eksper rolünde sanatçı olmaya çalışan haminin oğlunu kelimenin tam anlamı ile süründürüyor ve onunla oynuyor. Sanat dünyasında sanatçıyı üne kavuşturacak ve onu başarılı kılacak unsurların ne olduğu konusunda, sanatçı olamayanların (daha doğrusu sanat dünyasında yer edinemeyenlerin) perişanlığı ve sanatta farklı arayışlar ve daha önce yapılmamışları deneme üzerine oldukça eğlenceli bir bakışı var filmin. Etrafında olan biten tüm trajedilere rağmen resim yapmaktan ve resim yapmayı sevmekten vazgeçmeyen adamın tüm denemeleri filme oldukça etkileyici bir görsellik katmış ve film bu görselliğin sık sık tadını da çıkarıyor. Örneğin bir kan damlası ile başlayan ve tüm görüntünün kırmızıya boyandığı sahne gerçek bir ustalık ile çekilmiş. Benzer şekilde, sanat okulu öğrencilerinin klasik yaratım sürecinin dışındaki tüm denemeleri de hem eğlendiriyor hem de filme rengarenk bir hava katıyor.

Sanat büyük bir aldatmaca mıdır, sanatı sanat yapan nedir ve daha temel olarak sanat nedir soruları üzerinde düşünülmesini de sağlayacak, bir insanın tutkusunun peşinde gitmekte sınır tanımayabileceğini gösteren ve başarıyı kimin tespit ettiği üzerine derin bir sorgu ve beraberinde hüzne neden olabilecek filmdeki vefalı eş portresi ise tek bir cümleyi hak ediyor: Tanrı herkese böyle bir eş nasip etsin!

(“Achilles and the Tortoise” – “Akileus ve Kaplumbağa”)