North by Northwest – Alfred Hitchcock (1959)

“Görünen o ki sizi tatmin edecek tek performansım bir ölüyü oynadığım zamanki olacak”

Yanlışlıkla ajan zannedilen bir adamın peşine düşenlerden kurtulma çabasının hikâyesi.

“Reklam dünyasında yalan diye bir şey yoktur. Sadece çıkarcı abartılar vardır” prensibine inanan kendine güvenli, esprili, rahat bir reklamcının yalanlar, yanlış anlamalar ve olduğundan farklı gör(ül)meler üzerine olan hikâyesi Hitchcock ustalığının zirve noktalarından biri ve her karesi ile sinema keyfi veren, her bir sahnesi sinema antolojilerine geçmeyi hak eden ve işte o ölmeden önce mutlaka görülmesi gerekli filmlerden biri. Yalanı mesleğinin doğal bir parçası haline getirmiş bir adamın anlattıklarına kimseyi inandıramadığı başlangıç bölümleri de tüm reklamcılara verilen keyifli bir cevap.

Cary Grant’ın aksiyon adamına dönüşmek zorunda kalan bir reklamcıyı oynarken aldığı keyfi seyredene de yansıtmayı başardığı filmde, Eva Marie Saint tüm kırılganlığı ve seksapeli ile sinema tarihindeki ölümsüz Hitchcock sarışınlarından biri oluyor. Yan kadroda ise annede Jessie Royce Landis ve kötü adam rollerinde iki büyük isim, James Mason ve Martin Landau da bu keyifli filmin iz bırakan isimleri olmayı başarmışlar.

Film sinema tarihine geçen pek çok kült sahneye sahip; sigara yakma sahnesi sinema tarihindeki en seksi anlardan biri, kompartımandaki öpüşme sahnesi ise koreografisi ile yönetmenin ustalığının unutulmaz örneklerinden biri. Elbette dört ölümsüz bölümden de bahsetmek gerek; geniş bir açık alanda uçaktan kaçma, müzayede salonu bölümü, Rushmore dağındaki kaçış ve tüm final bölümü. Özellikle ilk bölüm mizanseni, kamera açıları, sürekliliği ve seyredeni gerilime hazırlayan sessiz tereddüt anları ile dört dörtlük bir klasik artık. Kahramanımızın başına gelecekleri haberleyen çok yukarıdan çekilmiş ve onu o geniş alanda iyice küçülmüş olarak gösteren kare bile başlı başına alkışı hak ediyor. Otobüsün uzaktan ilk göründüğü an ile başlayıp araba çalarak kaçılana kadar süren bu bölüm gerçekten unutulmaz bir keyif anı.

Duşta ıslıkla çalınan “Singin’ in the Rain” şarkısı ve müzayede sahnesinde Cary Grant’ın Charles Adams’dan bahsetmesi gibi sanatsal referansları da içeren filmin, Hitchcock’un yapımcıların senaryoya müdahele ederek yaptıkları bir eklemeden kaçınmak için eklenen diyalogları gürültülü bir uçağın motoru önünde çekerek konuşulanları seyircinin anlamasına engel olması gibi keyifli hikâyeleri de var. Son sahnede uçurum kenarından ani bir kesme ile kompartımana geçen ve kahramanlarımız öpüşmeye başladığında tünele giren tren görüntüsü ile sansüre de selam gönderen film esprili, heyecanlı ve kısacası çok keyifli bir çalışma. Mizahın, maceranın ve aşkın unutulmaz bir kombinasyonu. Evet, bir baş yapıt.

(“Gizli Teşkilat”)

The Wrong Man – Alfred Hitchcock (1956)

“Kıyma makinesinden geçmek gibi. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşatıyorlar.”

Silahlı soygun suçlaması ile tutuklanan bir adamın masumiyetini ispatlama çabalarının hikâyesi.

Alfred Hitchcock tarafından gerçek bir olaydan uyarlanan film, yönetmenin diğer filmlerinden farklı bir noktada duran ve Fransız Yeni Dalga ustalarının çok sevdiği ve önemsediği bu yönetmenin Godard tarafından üstüne uzun bir eleştiri yazdığı bir çalışması. Hemen tüm filmlerinde kendisine çok kısa bir rol veren (yoldan geçen adam, otobüsü son anda kaçıran adam vs.) Hitchcock bu filmde hemen başta filmin kısa bir sunumunu yaparak farklı bir rol seçmiş. Yönetmenin diğer hiçbir filminde böyle bir sunum yapmadığı düşünülürse, filmin hem onun için öneminden hem de belki de filmin diğer eserlerinden farklı bir noktada ve tipik gerilim (burada hem “suspense” hem de “thriller” anlamları ile düşünmek gerek) öğelerinden uzak olmasından söz edilebilir.

Bir insanın işlemediği bir suçtan dolayı suçlanmasının ve adalet mekanizmasının kağıt üzerindeki tanımının aksine suçluluğun değil suçsuzluğun ispatlanması üzerine işlemesinin neden olduğu psikolojik sonuçlara ve adalet arayışına odaklanan film baş oyuncusu Henry Fonda’dan sıkı bir destek alıyor ama burada Fonda’nın kontrbas çaldığı sahneleri ayrı tutmak gerek. Bu sahnelerdeki donukluğu gerçekten şaşırtıcı. Eş rolündeki Vera Miles ise filmin son bölümünde yer alan depresyon sahnelerinde gerçeklikten kopan kadın rolündeki “başını yana ve öne eğme, ve donuk bakma” gösterileri hariç tutulursa üzerine düşeni yerine getirmeyi başarıyor.

Usta bir sanatçı mı yoksa usta bir zanaatkâr mı olduğu gibi bugün artık geride bırakılmış tartışmaların da odağı olan Hitchcock filmde özellikle teknik ustalığını sık sık konuşturuyor ve yine sinema tarihinde iz bırakan plan ve sahneler getiriyor bize; sigorta şirketinin veznesindeki yakın plan yüz çekimleri, kahramanımızın ilk sorgusunda içine düştüğü durumu yavaş yavaş anlamaya başladığı andaki öfke ve acizliğini vurgulayan yukarıdan çekilmiş sahne, karakoldan çıkarken tökezlemesi gibi incelikli bir buluş, ve bugün belki biraz naif görünebilecek olan hücresindeki gittikçe hızlanarak dönen kamera ve bu sahnede müziğin kullanımı. Pek çok filminde birlikte çalıştığı besteci Bernard Herrmann bu filmde de görev alıyor ve bugün için belki kullanımı biraz fazla öne çıkmış olarak görülebilecek film müziği ile psikolojik atmosfere katkı sağlıyor.

Haksız bir suçlama altındaki masum bir insanın sadece kendisinin değil etrafındakilerin de hayatının nasıl dağılabileceğini gösteren film, diğer Hitchcock filmlerinde pek görülmeyen dini motiflerin de (elbette teması dinsel bir motif olan “I Confess” hariç olmak üzere) yer aldığı bir örnek yönetmenin filmografisinde. Ucunda İsa heykeli olan tespih, İsa’nın resmini fark ederek dua etmeye başlayan kahramanın bu sahneden itibaren bir “mucize” ile karşılacağını vurgulayan üst üste bindirilmiş masum adam ve gerçek suçlu yüzleri görüntüsü –ki Hitchcock’un bu sahnede gösterdiği ustalığın altını çizmek gerek- adamın masumiyetini bir şekilde İsa’nın masumiyeti ile örtüştürüyor.

Hayal kırıklığı ve acizlik içine düşmenin dayanılmaz yükünü başarılı bir biçimde hissettiren ve siyah-beyaz görüntüleri anlattığı psikolojik gerilim hikâyesini destekleyecek şekilde ustalıkla kullanan film klasik bir Hitchcock ustalığı ile onun favorilerinden biri olan ve “Frenzy”, “North By Northwest”, “The 39 Steps” ve Vertigo” gibi filmlerinde de tekrarladığı “suçlanan masum adam” teması ile görülmesi mutlak gerekli olan bir sinema eseri.

(“Lekeli Adam”)

The Maltese Falcon – John Huston (1941)

“Bana güvenmesen de olur. Yeter ki beni sana güvenmeye ikna et”

Malta Şahini adındaki küçük bir heykelin peşinde koşanların, ve cinayetler ve yalanların hikâyesi.

“Ucuz polisiye romanların” yazarı Dashiel Hammet’in tek bir romanında ve birkaç kısa hikâyesinde yer alan ve özellikle ilgili romanın uyarlaması olan bu film ile ölümsüzleşen kahramanı özel dedektif Sam Spade’in bir macerası olan bu film hem romanın ait olduğu türün tüm özelliklerini hem de klasikleşen veya daha doğru bir deyişle kült olan bir filmin tüm özelliklerini taşıyor. Yönetmen John Huston bu ilk filminde aradan geçen 70 yıla dayanmayı başarmış ve sadece bu açıdan bile herhangi bir eleştiriden artık muaf olması gereken bir sonuç elde etmiş.

Bir ucuz romandan/filmden beklenebilecek her türlü standarda sahip bir film bu; çekici, akıllı ve güçlü bir karaktere sahip bir dedektif (Humprey Bogart), güzel kadınlar, basit ama cazip bir hikâye, kötü adamlar vs. Doğal olarak kadınlar iyi (erkeğe itaat eden/hayran olan/destekleyen) veya kötü (kocasına ihanet eden/kolay/yalancı) olarak kabaca ikiye ayrılıyor ve dedektifimiz kendi adalet anlayışını sonunda dikte etmeyi başarıyor. Film hikâyesine çok hızlı bir giriş yapıyor ve 100 dakikalık süresi içinde hızını hiç düşürmüyor; olayların biri bitip diğeri başlıyor, hikâye akması beklenen noktaya süratle akıyor ve karakterler kelime oyunları yaparak ve esprilerden sakınmayarak konuşuyor, konuşuyor… Bogart şöhretinin bu ilk zirve noktalarından birinde karakterini tam da beklendiği gibi getiriyor karşımıza; rahat, kaygısız, güçlü, esprili, çapkın ve kendini beğenmiş. Bu yüksek özgüven bir ara rahatsız da edebilir sizi. Örneğin komiserin sinirlenip dedektifi yumrukladığı sahnede derin bir nefes verip, eline sağlık demeniz mümkün.

John Huston henüz ilk filminde gösterdiği ve sonraları pek çok başyapıtında da tekrarlayacağı ustalığı ile filme Bogart ile birlikte damgasını da vurmayı başarıyor. Özellikle 40’ların alamet-i farikası olan kara filmlerin bu ilk örneklerinden birinde o dönem ana akım sinemada rastlaması pek mümkün olmayan şeyler yapmaktan çekinmiyor; yatakta telefonla konuşan Bogart’ı değil onun telefonu üzerinden aldığı komodini ve hafif rüzgarda sallanan perdeyi veya uzun diyaloglu bazı sahnelerde konuşanı değil dinleyeni gösteriyor. Çok ama çok konuşulan bu filmde senaryoyu da uyarlamış olan Huston bol diyaloglu sahnelerde ilgiyi ayakta tutacak şekilde oyuncuları sahne içinde hemen hemen sürekli hareket ettiriyor.

Dönemin eğilimlerinin oldukça dışında eşcinsel karaktere de yer veren ve sık sık imalı diyaloglar içeren bu film günümüz sineması için belki biraz eskimiş görünebilir ama klasik bir film seyretmenin dayanılmaz zevkini yaşattığı kesin. Ölümsüz Bogart’ı, ölümsüz karakter oyuncularını (Peter Lorre, Sydney Greenstreet gibi) bize getiren bu John Huston filmi uyarlandığı romanın doğasında yer alan “kabalığı” ve “erkek egemen” bakışına takılmadan izlenmeyi hak ediyor. “Ucuz” bir romandan “ucuz” bir film.

(“Malta Şahini”)

Awaydays – Pat Holden (2009)

“İnsanın gözü kamaştığında bir anlığına kör olur, değil mi?”

70 sonları ve 80 başları İngiltere’sinden futbol, holiganizm, seks, müzik, alkol ve uyuşturucu hikâyesi.

Kendini kabul ettirme, bir gruba ait olma ve öfke filmi karşımızdaki. Tüm bunları peş peşe sıralanan ve belki dozu biraz fazla kaçmış dönem müzikleri, holigan kavgaları, erkek dostluğu ve muhabbetleri ve gerçekliği seyirciye bırakılmış bir eşcinsel sevgi üzerinden anlatmayı deneyen filmin takıldığı nokta ne kadar orijinallik içerdiği. Kendisinden önce çekilmiş ve futbol holiganlarının günlük hayatlarındaki sıradanlaşmış rutinleri (rakip takımın taraftarları ile kavga, alkol, deplasman yolculukları vs.) çarpıcı bir şekilde anlatan pek çok filmden bu alanda geride kalıyor bu film. The Cure, Elvis Costello, Joy Division gibi sanatçı ve grupların müzikleri elbette her zaman çekicidir ve bu anlamda filmin keyifli bir müzik bandı da var ama müziğin kullanımı bağlamında da bir yeniliğe sahip değil bu film.

Filmin akışı sanki asıl odaklanılan karakter Carty (Nicky Bell) imiş gibi kurgulanmış ama Elvis (Liam Boyle) çok daha çarpıcı, çok daha çekici bir karakter olarak sık sık rol çalıyor filmde. Belki de film onun üzerine kurulmuş ve onun yaşadıkları/düşünceleri/hüznü odak noktası yapılsaymış şimdiki sonuçtan çok daha parlak bir film çıkabilirdi karşımıza. Caryty’nin “sürüye” dahil olma çabası ve geçirdiği süratli dönüşüm yeterince inandırıcı değil ve bu da filmin bir başka zayıf yanı olarak görünüyor. Kahramanımızın yüzündeki öfke ve kavga anlarında aldığı derin zevk ifadelerini bir temele oturtamayınca, film amaçladığı etkileyicilikten de sık sık uzak düşüyor.

Filmin en başarılı anları Carty ile Elvis arasında geçen sahneler. Diğer sahnelerde yeterince etkili olmayan yavaşlatılmış görüntüler, tüm o harika şarkılar özellikle “o çok büyük deniz ve gökyüzü” diyalogları ile birlikte düşünüldüğünde asıl bu sahnelerde yerine oturuyor. Uzun pardösülü ve “buradan, bu şeylerden kaçmayı” konuşan, denize taş fırlatan iki genç erkeğin görüntüleri filmin ıskaladığı başarının anahtarını da gösteriyor sürekli olarak; Elvis’in hüznü ve bu hüzün ile içinde bulundukları holigan grubunun öfkesi arasındaki dayanılmaz çelişki.

(“Ayakta Kal”)