Beat the Devil – John Huston (1953)

“Sakin ol, dostum. Endişelenecek hiçbir şey yok. Sarhoş bir kaptan ve patlaması her an muhtemel bir motorla açık denizde sürükleniyoruz sadece”

Uranyum açısından zengin Afrika topraklarını ele geçirmek isteyen farklı grupların hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı hikâyesi.

Britanyalı gazeteci Claud Cockburn’ün 1951 tarihli ve aynı adlı romanından serbest bir şekilde uyarlanan bir Birleşik Krallık, ABD ve İtalya ortak yapımı. İlk taslakları üzerinde Cockburn de çalışmış olmasına rağmen filmin senaryosu John Huston ve Truman Capote’nin imzasını taşırken, yönetmen koltuğunda da Huston oturmuş. Yönetmenin 1941 tarihli başyapıtı “The Maltese Falcon”ın (Malta Şahini) bir çeşit parodisi olarak kabul edilen film vizyona ilk girdiğinde hak ettiği ilgiyi pek görmemiş ve düşük gişe gelirinin neden olduğu finansal kayıp yüzünden başrol oyuncusu Humphrey Bogart’ın filmografisinin sevmediği örnekleri arasına girmişti. Oysa adeta günümüzde çekilmiş kadar güncel duran modern sinema dili, Capote’nin kaleminden çıkan (ya da onun en azından Cockburn’ün sağladığı malzemeyi kendi üslubuna uygun olarak kullandığı) zekâ dolu ve oyunbaz diyalogları, tüm karakterlerinin zengin ve özenli bir şekilde çizilmesi, tüm kadrosunun parlak ve eğlenceli performansları ile sağlam bir klasik bu yapıt.

İtalya’da bir kasabada başlayan hikâye önce açık denizlere açılıyor, ardından adı verilmeyen bir Kuzey Afrika ülkesine uğruyor ve tekrar açık denizlere çıktıktan sonra, başladığı kasabada sona eriyor. İtalya’da gerçekleştirilen çekimlerde yaşanan olaylar ile de hatırlanıyor bu film: Bogart geçirdiği bir kaza sonucu birkaç dişini kaybetmiş ve bu yüzden bazı sahnelerdeki repliklerini o tarihlerde pek de tanınmayan, taklit yeteneği güçlü İngiliz oyuncu Peter Sellers seslendirmiş; Huston bir uçurumdan düşerek yaralanmış; ilk taslağı beğenmeyen Huston’ın çağrısı üzerine katıldığı sette senaryoyu neredeyse sahnelerin çekiminden hemen önce yazabilen ve kendisi de ciddi bir diş problemi yaşayan Capote “evcil kargasının sağlığını kontrol etmek için” seti terk edip Roma’ya gitmiş vs. Capote gündüzleri yarı, geceleri ise sürekli tam sarhoş olduklarını söylediği Huston ve Bogart ikilisinin neden olduğu sıkıntılardan da bahsetse de, yine de filmin yapımında yer almaktan çok mutlu olduğunu ve filmin tam bir “camp” örneği olduğunu söylemiş bir gazeteciye. O sırada İtalya’da sürgünde olan Mısır Kralı Faruk’u bir gün Bogart’ın odasında hulahup çevirirken gördüğünü de söylediğini bilince, yazarın ne kast ettiği çok daha iyi anlaşılır sanırım.

Capote’nin “camp” tanımlaması sadece çok içeriden bir gözlemle yapıldığı için önemli değil; aynı zamanda filmin neredeyse Huston’a olduğu kadar, ona ait olması da bu ifadeleri değerli kılıyor. Özellikle diyalogların içerdiği yaratıcılık ve Oscar Wilde’ı çağrıştıran zekî nükteler hikâyeye çok önemli bir katkı sağlıyor. “Cazibe ve güvenilirlik nadiren bir arada olur”dan “Zaman, zaman! Nedir ki zaman? İsviçrelilerin ürettiği, Fransızların istiflediği, İtalyanların israf ettiği bir şey. Amerikalılar vakit nakittir der. Hintliler ise onun var olmadığını söylerler. Ben ne düşünüyorum, biliyor musun? Bence zaman sahtekârın tekidir”e pek çok saptama, espri ve yergi dolu cümle farklı karakterler tarafından dile getiriliyor hikâye boyunca. Ana karakter sayısının fazlalığı ve hemen tümünün iddia ettiğinden farklı hedeflerinin olması başta hikâyeyi bir parça karışık gibi gösteriyor ama Capote’nin filmin eğlencesini hep korumasını sağlayan yeteneği ilginin hiç yitirilmemesini sağlıyor. Senaryonun bir diğer başarısı ise hikâyedeki tüm karakterleri kayda değer bir zenginlikle çizmiş olması. Sadece ana karakterleri değil, irili ufaklı tüm yan karakterleri tanımamıza imkân veren senaryo bu sayede hikâyenin hemen hiçbir ânının boş geçmemesini sağlıyor.

İki ayrı çift (Humphrey Bogart – Gina Lollobrigida ve Edward Underdown – Jennifer jones) ve Afrika’daki uranyumun peşindeki tehlikeli dörtlü çete (Robert Morley, Peter Lorre, Ivor Barnard ve Marco Tulli) hikâyenin ana karakterleri; Arap komutan (Manuel Serrano), gemi kaptanı (Saro Nurzi), kaptanın yardımcısı (Mario Perrone) ve Scotland Yard dedektifi (Bernard Lee) ise yan karakterlerden sadece birkaçı. Senaryo her birine hak ettiği zamanı ve güçlü diyalogları veriyor ve seyircinin onları tanımasını sağlıyor. Finalde kolay -ve Hollywood için “doğru”- olan seçilse de, bu sona kadar olan gelişmeler, aşk ilişkileri ve eylemler 1950’li yıllar için şaşırtıcı ve gerçekten de bir “camp” havası taşıyor. Huston’ın yönetmenlik çalışması da yazımına katıldığı senaryoya çok uygun. “Her bir tutku meyvesi tutkusuz geçen uzun yılların ürünüdür” gibi cümlelerin çağrıştırdığı hayli edepli erotizme göz kırpan kamera çalışması, zamanının ötesinde görünen kamera tercihleri, hikâyenin mizahının temposuna uygun bir ritme sahip sahneler çekiciliği yavaş yavaş artan ve zamanında gerekli ilgiyi eleştirmenlerden de seyirciden de görmemiş olan filmin haksızlığa uğradığını gösteriyor.

İngiliz kültürü, centilmenliği ve soğukkanlılığı üzerine Capote’nin gözlemlerinin sonucu olan çekici saptamaların mizah aracılığı ile kendisini gösterdiği film eğlencesi kadar, Agatha Christie tarzı bir gizeme ve çözümlemeye sahip olması ile de dikkat çekiyor. Bogart’ın filmden memnuniyetsizliğinin nedenlerinden birinin onun anti-sömürgecilik içeren bir hikâye beklentisinin karşılanmaması olduğu söyleniyor; gerçekten de örneğin Arap komutanın Rita Hayworth hayranlığı ve onun ülkesinde geçen sahnelerdeki oryantalist bakış bu hayal kırıklığını doğrular nitelikte. Senaryonun yola çıkış noktası olan romanın yazarı Claud Cockburn’ün Britanya Komünist Partisi üyesi olduğunu düşününce, Bogart’ın boşa çıkan beklentisini anlamak daha kolay oluyor. Deneme gösterimlerinde seyircinin eleştirileri üzerine yaklaşık dört dakikalık bölümü kesilen ve Bogart’ın seslendirdiği bir geçmişe dönük ve açıklama bölümü eklenen filmin bu “orijinal” kopyasının telif hakları yenilenmemiş yapımcı firmalar tarafından. 2016’da ise film o dört dakika eklenerek restore edilmiş ve asıl görülmesi gerekli bu kopyanın telif haklarına sahip çıkılmış. İtalya’nın en güzel bölgelerinden biri olan Amalfi kıyılarında çekilmiş olmasına rağmen, bu güzelliğin peşine düşmeyen film temposu ve keyifli kaosu ile de farklı bir yerde duruyor.

(“Sarışın Şeytan”)

The African Queen – John Huston (1951)

“Hanımefendi, benim bir saçma fikrime karşı sizde on saçma fikir var”

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeni ile, Afrika’nın Almanların idaresi altındaki bölgesinden kaçmaya çalışan bir İngiliz misyoner kadının ve onun tek kaçış aracı olan teknenin kaptanı Kanadalı adamın hikâyesi.

İngiliz yazar C. S. Forester’ın 1935 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Senaryosunu James Agee ve John Huston’ın (ve jenerikte adlarına yer verilmeyen Peter Viertel ve John Collier’in) yazdığı, yönetmenliğini Huston’ın yaptığı film dört dalda (Erkek Oyuncu, Yönetmen, Kadın Oyuncu ve Senaryo) dalında aday olan ve bu adaylıkların ilkini ödüle de dönüştüren bir Hollywood klasiği. Baştaki ve sondaki kısa bölümler dışında hemen tamamı iki baş oyuncusu (Katharine Hepburn ve Humphrey Bogart) arasında geçen hikâye Amerikan sinemasının klasik döneminin bu iki büyük yıldızının sağlam performansları, görüntü yönetmeni Jack Cardiff’in dış çekimlerin yapıldığı Uganda ve Kongo’daki mekânların doğal çekiciliğini ve egzotizmini başarı ile kullanan görüntüleri ve Hollywood’un klasik dilini ustalıkla kullanan Huston’ın başarısı ile görülmesi gerekli bir yapıt.

Pek çok romanı ve hikâyesi sinema ve televizyona uyarlanan Forester’ın romanı Hepburn ve Bogart gibi iki büyük yıldızın eğlenceli ve güçlü performansları ile hayat bulurken beyazperdede, senaryo birkaç açıdan farklılaşmış kitaptan. Filmin aksine romanda Almanlar hiç de acımasız resmedilmiyorlar ve daha çok “onurlu düşmanlar” olarak çizilmişler; İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminin üzerinden sadece 6 yıl sonra gösterime giren bu filmde ise savaşın acılarının tazeliği nedeni ile Almanlar hikâyenin saf kötülerine dönüşüvermişler ve böylece romandaki ılımlı da olsa dostça yaklaşım ve anti-militarizm kaybolmuş. Bir başka önemli değişiklik ise -yine herhalde savaşın tazeliğinin sonucu olarak- bir bireysel kahramanlığa (belki çok planlandığı şekilde olmasa da) yer vermesi olmuş filmin. Bunlar anlaşılır ve Hollywood’dan beklenecek değişiklikler ve ilki biraz şematik bir görüntüye neden olsa da, çok rahatsız edici de değiller açıkçası.

Filmin çok büyük bir kısmında iki karakteri görüyoruz sadece. Ağabeyi ile birlikte bir Metodist kilisesinde görev yapan İngiliz Rose ve Doğu Afrika’nın Alman idaresi altındaki bölgesinde buharlı küçük teknesi ile taşımacılık, posta vs. işi yapan Charlie. Aslında filme adını da veren üçüncü bir baş karakter daha var filmde: Afrika Kraliçesi adındaki tekne. Açılışta kilisenin de yer aldığı köyde ve kapanışta da bir Alman gemisinde geçen sahneler dışında, tüm hikâye boyunca sadece bu üçü var filmde neredeyse. İki uyumsuz karakterli insanın, yolculukları boyunca nehirde yaşadıkları maceralarda tek dayanakları -birbirlerinin dışında elbette- sadece bu tekne oluyor. Senaryo ve Huston’ın yönetmenliği gerçekten de tekneyi tüm unsurları ve özellikleri ile hikâyenin doğal bir parçası yaparak onu kahramanlarından biri kılıyor seyrettiğimiz öykünün.

Açılış jeneriği ile birlikte ve sürekli kayan bir kamera ile bizi bir balta girmemiş ormanın içinde dolaştırıyor John Huston ve farklı hayvan sesleri ile işitsel bir zenginlik eşlik ediyor bu egzotik görselliğe. 1914 yılında ve Almanya’nın sömürgesi konumundaki Doğu Afrika’dayız. Vahşi hayvan sesleri bir süre sonra yine “vahşi” olan insan seslerine dönüşüyor ve kendimizi sazlardan örülü kulübelerden oluşan bir yerli köyündeki kilisede buluyoruz. Bir kadının çaldığı piyano eşliğinde bir erkek hem bir ilahiyi seslendiriyor hem de karşısındaki tamamı yerli olan cemaate aynı ilahiyi söyletmeye çalışıyor. Yerlilerin ağzından sadece anlaşılmaz seslerin çıkması ve bu seslerin ormandaki vahşi sesler ile örtüşmesi dikkat çekiyor. Burada ikircikli bir duruma düşecektir bugünün seyircisi: Anlamını bildikleri hayli tartışmalı ve konuşmadıkları bir dildeki ilahiyi söylemeye çalışanların trajikomikliği beyaz adamın kendi kültür ve değerlerini sömürdüğü topraklara yerleştirme misyonunun (evet, misyoner tam da budur aslında) “eğlenceli” bir metaforu olarak da görülebilir; ya da seslerin benzeştirilmesi üzerinden yola çıkarak kilisedeki yerlilerin vahşiler olarak gösterildiğini de düşünebilirsiniz. Charlie’nin yere attığı izmarit için birbirleri ile kavgaya tutuşan yerlilerin görüntüsünün eğlence amaçlı kullanıldığını düşünürsek, bu ikinci seçenek daha yüksek bir ihtimal olarak görünüyor açıkçası. Öte yandan, bu durumun tam tersini işaret eden bir başka örnek de var filmde. Misyoner kardeşler yerlilere İngilizce ilahiler söyletmeye çalışırken ve durumun absürtlüğü ortadayken, Charlie köylülerle onların dilinde ve oldukça da iyi anlaşarak konuşuyor. Bunların ilki ne kadar yapay dururken, ikincisi o kadar doğal görünüyor.

Hikâye başta, Rose ve kardeşinin, sonrasında ise Rose’un Charlie ile karakter ve hayat farklılıkları üzerine kurulu bir dram ve komedi olarak konumlandırıyor kendini. Misyonerlerin soğuk ve ciddi İngilizliliğinin karşısında kaygısız ve alaycı bir karakter olarak çiziliyor Charlie. Yemekteki mide gurultusu sahnesinde tarafların yaklaşım farklılığı bunun en açık örneği. Sonrasında, teknedeki ilk zamanlarda kadın ile adamın düşünce ve eylem farklılıkları da destekliyor bu durumu. Ne var ki hikâye tam tersi bir yöne süratle dümen kırıyor sonrasında. Buradaki kırılma noktası belki yeterince inandırıcı değil ama yine de filmin ilgi çekici yanlarından birini oluşturuyor. Ağabeyinin hasta olduğunda sayıklarken söylediği sözler kadının kendisi ile yüzleşmesine neden oluyor ve beden diline, sözlere ve eylemlere yüklü ve elbette bugün için çok edepli bir erotizm (daha doğrusu, sadece iması) başlıyor. Hepburn’ün elini saçına götürdüğü anlar, kullandığı dilin değişimi ve rahatlıkla bir “kız kurusu”nun aşk özlemine referans olarak görülebilecek sözleri hikâyeyi farklı ve çekici bir noktaya taşıyor. Nehirdeki hızlı bir akıntıyı güç bir mücadele ile atlatmanın heyecanını, vaaz verdiği sırada Tanrı’nın elini abisinin üzerindeymiş gibi hissetmesi ile kıyaslayan Rose, “Tadını bir kez alınca…” derken saçı ile bir parça sinirli bir şekilde oynayarak da gösteriyor yeni duygularını. Hepburn’ün bir genç kız heyecanını gösterdiği bu ve benzeri sahnelerdeki performansı onun bir yıldız olarak o üstün kalitesinin tadının bir kez daha tanığı yapıyor bizi.

Tam 12 kez aday gösterildiği Oscar’ı 4 kez kazanan Hepburn’e karşılık, Bogart 3 kez aday gösterilmiş aynı ödüle ve buradaki eğlenceli performansı ile de 1 kez kazanmış. Karakterinin kendini düşünen, kaygısız bir adamdan bir âşığa dönüşmesini eğlencesi bol bir performansla canlandırıyor usta yıldız ve kadın ile birlikte yaşadıkları maceraları daha da çekici kılıyor. Hızlı akıntılardan şelalelere, timsahlardan arı saldırısına, sülünlerin tehlikesinden Alman askerlerine ve fırtınadan nehirdeki çamurlu alana pek çok tehlikeyi atlatan ikilinin yaşadıklarında gerçekçilik zaman zaman problemli ama sonuçta Hepburn ve Bogart ikilisinin çekiciliği bunu görmezden gelmemizi mümkün kılıyor. Yaşadıkları her zorluğun her anlamda birbirlerine daha da yaklaştırdığı çiftin geldiği nokta Charlie’nin sözlerinde (“Çimdikle beni, Rosie. Nehir üzerinde kayıp gidiyoruz, tıpkı mavnalarındaki Antonius ve Kleopatra gibi”) karşılığını buluyor romantik bir sahnede.

Huston’ın, ortalama bir Hollywood filminde bolca yaslanılacak egzotizmi dozunda kullanması filmi klasik yapan tercihlerden biri olsa gerek. Çekimlerin gerçekleştirildiği bölgenin doğallığı gerekli ve yeterli egzotizmi sağlıyor filme ve açılışta köydeki yerlileri gördüğümüz bölümler bir kenara bırakılırsa, film genellikle dozunda tutuyor egzotizmi ve rahatsız edici bir “beyaz bakış”tan uzak durabiliyor. Hikâyenin bir parça uzatılmış gibi durması ve teknedeki bazı çekimlerin stüdyoda yapıldığının belli olması gibi sorunları var filmin ama Huston’ın becerisi, iki yıldızın çekim gücü ve aralarındaki kimyayı eğlenceyi ihmal etmeden yansıtan performansları ve Cardiff’in klasik sinemanın ustalığını taşıyan görüntüleri filmi çekici yapmaya yetiyor kesinlikle. Final bölümleri, evet fazlası ile Hollywood kokuyor ama erkek kardeş rolünde İngiliz oyuncu Robert Morley’in usta karakter oyunculuğunun dikkat çektiği film Alan Gray’in bugün için bir parça fazla görkemli görünen müziğinin gücü ile de önem taşıyor. Sonuç Hollywood’un en sağlam klasiklerinden biri olmayabilir ama yine de ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

(“Afrika Kraliçesi”)

Freud – John Huston (1962)

“Üzüntü size ağır geldiğinde, gözyaşı dökersiniz; kızgınsanız, vurursunuz; korkarsanız, kaçarsınız. İçinizde doğan duygular fiziksel davranışlarla dışa vurulur; ama ya o duyguların önünde bir set varsa, boğulmuşlarsa? Şöminede ateş yanıyordur ama baca tıkalıdır. Ateş sönmez, için için yanar. Duman odayı, koridorları, tüm evi doldurur ve sonunda kilerin penceresinden dışarı sızar. Bu hastalıklı belirtiler ancak yanlış yerden dışarı çıkabilen duygusal enerjiden ibaret”

Sigmund Freud’un psikanaliz teorilerini geliştirdiği dönemdeki çalışmalarının ve ilgilendiği vakaların hikâyesi.

Charles Kaufman ve Wolfgang Reinhardt’ın senaryosundan John Huston’ın çektiği bir ABD yapımı. Freud’u Montgomery Clift’in, hikâyesi filmde hayli önemli bir yer tutan hastası (gerçekte birkaç farklı hastaya ait olan hikâyelerin toplandığı hayalî bir karakter) Cecily Koertner’i ise Susannah York’un canlandırdığı film orijinal senaryo ve müzik dallarında Oscar’a aday olmuş, eleştirmenlerin genel olarak beğenmesine karşın gişe geliri bütçesinin altında kalmıştı. Her ne kadar bilim adamının adını taşısa da hikâye onun hayatını değil, psikanaliz yöntemini geliştirmesini anlatıyor ve uzun sahnelerde karşımıza getirilen vakalar düşünüldüğünde, bizdeki vizyon ismi olan “Gizli Hakikatler” çok daha doğru görünüyor. 1963’te Berlin Festivali’nde de yarışan film psikanalizin savunucusu olarak görülebilecek kadar yoğun seans sahneleri içeriyor ve bu “hikâyesizliği” seyirciden beklenen ilgiyi görmemesinin de temel nedeni olmuş gibi. Buna karşılık -bugün bir parça eskimiş duran sinema diline ve daha karanlık bir atmosfer yaratma fırsatını kaçırmış olmasına rağmen- kesinlikle ilginç ve görülmeyi hak eden bir yapıt bu. Huston’ın sağlam ve klasik yönetmenliği, hemen tamamen tek bir alana konstantre olması sayesinde elde ettiği yoğunluğu ile belli bir etkileyiciliği yakalaması gibi önemli artıları var filmin üstelik.

John Huston’ın yola çıkarken hedefi Freud’un gençlik yıllarını anlatmakmış ve senaryoyu Jean-Paul Sartre’ın yazmasını istemiş ama onun yaklaşık 5 saatlik bir hikâye anlatan senaryosunu çok uzun bulmuş yönetmen. Kendisinden çalışmasını kısaltması istenen Sartre ise “Ben Hur için dört saat süren bir film yapılabiliyor ama Texas halkı dört saatlik psikolojik karmaşalara katlanamıyor” diyerek daha da uzun bir senaryo teslim etmiş Huston’a. Sonuçta Sartre filmden adını çekmiş ve onun bazı fikirleri de (örneğin gerçek hayattaki birden fazla hastayı tek bir hastada birleştirmek gibi) kullanılarak Charles Kaufman ve Wolfgang Reinhardt tarafından yeni bir senaryo yazılmış. Film Cecily adındaki hasta örneğinde olduğu gibi gerçek başka karakterleri de değiştirmiş veya birleştirmiş. Örneğin Josef Breuer karakteri iki gerçek bilim adamı olan Josef Breuer ile Wilhelm Fliess’in hikâyeleri bir araya getirilerek oluşturulmuş. Senaryo ile ilgili son bir not olarak, gerçekte çok daha uzun bir süreye yayılmış olan olayların filmde hayli kısa bir süreye sıkıştırıldığını da belirtelim. Filmle ilgili ilginç bir başka not da başroldeki Montgomery Clift ile yönetmen Huston arasındaki ilişki ve çatışma hakkında. Yönetmenin bir önceki çalışması “The Misfits”de de (Uygunsuzlar) birlikte çalışan ve çatışan ikilinin oradan kalan problemleri ve Clift’in o sıralarda yaşadığı sağlık sorunları (ve kimilerine göre ek olarak, Huston’ın bir baba gibi yaklaştığı oyuncunun eşcinselliğini kabullenememesi) çekimler sırasında sık sık sorun yaşatmış yazılanlara göre.

Soyut dışavurumculuğun önemli isimlerinden Amerikalı James Leong’un tabloları üzerinde beliren yazılarla hazırlanan jenerikte bu tabloların belli bir bölümüne odaklanıyor kamera, tıpkı Freud’un hikâye boyunca pek çok örneğini göreceğimiz psikanaliz seanslarında yapacağı gibi ve görünenin yerine iç dünyaları anlamaya ve anlatmaya çalıştığını söylüyor Freud’un sanki. Jerry Goldsmith’in güçlü bir gizem duygusunu uyandırmayı başaran müziklerinin yanında, ünlü besteci Henk Badings’in özellikle düş ve kâbus sahnelerinde kullanılan elektronik tınılarının da önemli birer katkı sağladığı hikâye, çoğu hipnoz altında gerçekleştirilen psikanaliz seansları ile devam ediyor ve Freud’un meslektaşlarından aldığı yoğun tepkilere rağmen düşüncelerini ve teorilerini geliştirmesini anlatıyor. Açılışta Huston’ın kendi sesinden duyduğumuz giriş bu hikâyenin bilim adamının insanın bilinçaltına yaptığı yolculuğu anlatacağını söylüyor. Aslında bu giriş hayli ilginç; insanın kibrini yıkan üç bilim adamından söz ediyor bu sözler: Dünya merkezli bir evren inancının karşısına güneş merkezli bir evreni koyan Kopernik, insanın hayvanlardan ayrı ve üstün bir tür olmadığını anlamamızı sağlayan evrim teorisi ile Darwin ve insanın söz ve düşüncelerinin her zaman bilinçli iradenin sonucu olduğunu düşüncesinin karşısına bilinçaltının gücünü koyan Freud. 1885’te Viyana’da başlayan hikâyede Freud ilk çatışmasını, çalıştığı hastanenin başhekimi ile yaşıyor. Histerinin rol yapmaktan farkı olmadığını ve tedavisinin de bulunmadığına inanan yöneticiye karşı çıkıyor Freud ve bilinçaltına olan yolculuğuna çıkıyor. “Hipnoz durumu anlamamızı sağlıyor ama iyileştirmemizi değil” saptamasından yola çıkan ve tedaviyi psikanalizle bulan, “Geceye ait olanı geceye bırak” uyarısı ile bilinçaltının karanlıkları konusunda dikkati çekilen Freud’un tüm tepkilere rağmen ilerlemesi -kaçınılmaz biçimde- kendi travmaları ile de yüzleşmesini sağlayacaktır. Huston’ın filmi bunları anlatırken, bu konulara özel merakı olanlar dışındakiler için biraz rutin ve aksiyonsuz görülebilecek bir hikâye getiriyor karşımıza. Düş sahnelerindeki kamera kullanımı ve görsellikler ustaca oluşturulmuş ve filmin genelindeki sağlam klasik dile hoş bir tezat oluştururken, psikanalizin “mucize”leri herkesin ilgisini çekmeyebilir ve bu yöntemle ilgili bugün gelinen nokta da çeşitli itirazlara yol açabilir gösterilenlere.

Filmin cüretkâr yanları olduğunu da söylemek gerekiyor. Ensest ilişki ve tutkular açık bir şekilde dile getiriliyor ve sık sık da ima ediliyor hikâye boyunca. Herhalde filmin Amerikan seyircisi üzerinde beklenen etkiyi yaratamamasında bunun da önemli bir katkısı olmalı. Sonuçta “Bilimde gerçek dışında kutsal bir şey yoktur” anlayışı her seyirci için aynı çekiciliğe sahip olamaz. Bunun yanında, tek bir hasta üzerinde birden fazla gerçek kişinin semptomlarının toplanmış olması da hikâyede bir zorlama duygusu yaratıyor zaman zaman. Uzun süresine ve adının ima ettiğine karşın Freud’u ele almamak ve bu nedenle örneğin o kısa evlilik sahnesini hikâyeden kopuk kılmak gibi bir sorunu da var filmin. Buna karşılık bilim tarihinde ve insanın doğası (ve elbette bilinçaltı) ile ilgili araştırmalarda tartışmasız bir yeri olan Freud’un çalışmalarını, çabalarını ve inançlarını anlatırken hakkını verdiğini rahatça söyleyebiliriz konunun. Montgomery Clift oyununun tüm sadeliğine karşın, yüzünde ve özellikle de gözlerinin ifadesi ile yarattığı karanlık ve yoğun ruh ile dikkat çekerken, Susannah York -tüm o travmalar ve psikanaliz sahneleri düşünüldüğünde- inandırıcı görünmenin oldukça zor olduğu bir rolün altından başarı ile kalkmış.

Alanının usta ismi Douglas Slocombe’un görüntülerinin de önemli bir çekicilik kattığı filmin Sartre tarafından hazırlanan ilk senaryosu burada karşımıza çıkan ensestin yanında eşcinsellik, çocuğun cinsel istismarı ve mastürbasyon gibi dönemin Amerikan sinemasının kesinlikle uzak duracağı unsurlar da içeriyormuş. Aslında filmin final hâlinin bile yeterince “fazlası ile basitleştirme” içerdiğini düşünürsek, bu sorunun dozu daha da artarmış belki de o senaryo ile. Slocombe’un görüntüleri basitleştirmeye uygun ama kesinlikle doğru seçimleri (özellikle ışık ve karanlığın bilinçaltına erişildiği anlarla, oradan “gerçek hayat”a dönüldüğü anlardaki kullanımı çok etkileyici) ile hayli önemli. Paris’e giden trende Freud’un babasının hediye ettiği saatinin düşerek parçalanması gibi sembolik anlar da mevcut ama bilim adamın tren fobisi olduğunu bilmeyen bir seyirci için buradaki sembolizm sadece onun baba figürü ile olan sorunu ile sınırlı kalıyor. Freud ile hastası Cecily arasında geçen ve “Her masum masumiyetini kaybetmekten kaçamayacağı bir dünyaya doğar. Her çocuk bir günahkâra dönüşmeye makhkûmdur” sözlerini içeren konuşmanın hayattaki iyi veya kötü her şeyin insana dair olduğunu hatırlatması ile insan ruhunun karanlığını bir parça daha anlaşılır kıldığını da ekleyelim. John Huston’dan ilginç ve görülmesi gerekli bir yapıt, özetle söylemek gerekirse.

(“Freud: The Secret Passion” – “Gizli Hakikatler”)

Victory – John Huston (1981)

“Siz üniformaya bağlısınız, bense futbola”

İkinci Dünya Savaşı’nda bir Alman esir kampında tutulan farklı uluslardan askerler ile Alman millî takımı arasında düzenlenen futbol maçının ve esirlerin kaçma planlarının hikâyesi.

Yabo Yablonsky, Djordje Milicevic ve Jeff Maguire’ın hikâyesinden Evan Jones ve Yablonsky’in senaryosunu yazdığı ve usta sinemacı John Huston’ın yönettiği bu futbol ve savaş filmi ABD, İngiltere ve İtalya ortak yapımı olarak çekilmiş. Başrollerinde Michael Caine, Max von Sydow ve Sylvester Stallone’nin yer aldığı filmde aralarında Brezilyalı Pelé, İngiliz Bobby Moore ve Arjantinli Osvaldo Ardiles’in de yer aldığı futbol dünyasının ünlü isimleri de irili ufaklı rollerde yer almışlar ve savaş esirlerinden oluşan takımın oyuncularını canlandırmışlar. Orijinal adı “Victory” olsa da “Escape to Victory” adı ile de bilinen ve bizde de bu ikinci ismin Türkçesi ile tanınan film çekiciliğini temel olarak ikinci yarısının büyük bir kısmında sergilenen futbol maçından alıyor. Bu maç sahneleri bir yana bırakılırsa, Huston’ın izine hemen hiç rastlayamadığımız çalışma doyurucu değil pek. Bir parça fazlası ile durgun olan film, Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin 1962 yapımı “Két Félidő a Pokolban – Cehennemde İki Devre”sinden yola çıkılarak çekilmiş ve açıkçası bu klasiğin epey de gerisinde kalmış. Yine de pek çok ünlü futbolcunun yer aldığı film, gerek bu kadrosu gerekse faşist bir güce karşı farklı uluslardan bireylerin dayanışmasını göstermesi ile ilgi görebilir. Bir de elbette futbolun her zaman ve her koşul altında ne kadar önemli bir “sosyal olgu” olduğunu hatırlatması ile de ilgiyi hak ediyor.

Bill Conti’nin, Şostakoviç’in “Leningrad Senfonisi” adlı eserinden epeyce yararlanan (epey eleştirilmiş bu durum zamanında) görkemli müziğinin eşlik ettiği hikâye bir gece esir kampından kaçmaya çalışan bir adamın dikenli tellere takılarak yakalanması ve vurulması ile başlıyor. Ardından kampın büyüklüğünü ve esirlerin eğlenmek için futbol oynadığını gösteren gündüz görüntüleri geliyor karşımıza. Bir savaş ve futbol filmi seyredeceğimizi anlıyoruz ama bunların ilkinde tatmin edici bir içeriği olmayan film (ne Stallone’nin kamptan kaçışı ve Paris’e gidişi ne de futbolcuları stadyumdan kaçırma planları) tatmin edici bir gerilim sunamıyor seyirciye. Futbol ise -hemen tüm ikinci yarıya hâkim olması ve elbette tüm o ünlü futbolcuları ile- meraklılarının filme ilgisini çekmek için yeterli gibi görünüyor. Maç sahnelerinin “koreografi”sini Pelé ile birlikte İngiliz futbolcu Les Shannon’ın yaptığı filmde, başta Pelé olmak üzere ünlü futbolcuların şovlarını izliyoruz ki daha önce futbolla hiç ilgisi olmayan bir Amerikalı olarak kaçış planı gereği takımın kalecisi olan Stallone’nin de katkısı ile bu bölümler filme hem enerji hem de çekicilik katıyor. Yukarıda ismi anılanların yanısıra İskoç John Wark, Polonyalı Kazimierz Deyna, İngiliz Mike Summerbee, Belçikalı Paul van Himst ve Danimarkalı Søren Lindsted’in de aralarında olduğu tanınmış futbolcuların da yer aldığı filmde, Ipswich Town kulübünün oyuncuları da gerek Alman takımının oyuncuları rolünde gerekse Caine ve Stallone’nin “dublör”leri olarak yer Almışlar filmde; ve kuşkusuz tüm bu isimler bir futbolsever için yeterli bir gerekçe teşkil ediyor filmi görmek için.

“Rocky” filmi ile daha yeni yıldız olmuş olan Stallone’nin filmin de yıldızı olmak için epey çaba gösterdiği ve bu konuda direttiği de söyleniyor. Hatta finaldeki penaltı sahnesi onun bu kaprisi üzerine eklenmiş filme bu iddialara göre. Stallone’nin egosu hikâyenin dayanışma ve takım ruhu temaları ile pek uyuşmuyor kuşkusuz ama bu durum bir yana, filmin belki de asıl ilginç yanı kamptaki esir subaylardan biri olan ve geçmişte ünlü bir futbolcu olan karakterin -Michael Caine- kamptaki diğer İngiliz subaylar ve maç fikrini ortaya atan futbol meraklısı Alman komutan ile ilişki ve çatışmaları. Esirlerden oluşan takımın teknik direktörlüğünü yapan bu karakter, futbola aşık ve maçı da milliyetçi (veya uluslararası bir kadro olduğunu göz önüne alırsak, müttefiklerin ruhuna odaklı) duygulardan çok rekabet ve futbol sevgisi açısından önemsiyor. Oysa diğer İngiliz subaylar için maç temel olarak kaçma planının bir aracı; hikâyenin en azından kaba bir dost/düşman ayrımı yerine bu “cüretkâr” farklı düşünceyi içermesi takdiri hak ediyor. Alman subay da eski bir futbolcu ve o da kendi milletinden olanlarla benzer nedenlerle çatışıyor. Milliyetçiliğe karşı futbolun güzelliğini ortaya koyan bu çatışmalar sinemasal açıdan yeterince iyi kullanılıyor mu sorusunun cevabı ise ne yazık ki hayır. Biraz hantal olan senaryoda kaybolup gidiyor bu çatışmalar ve yeterince güçlü bir sese dönüşemiyorlar. Oysa çok sağlam bir gerilime kaynaklık etme potansiyeline sahipmiş bu çatışmalar. Yine de fubolla ilgili bir konuda hakkını teslim etmek gerekiyor senaryonun. Belki pek incelikle anlatılmış olmasa da, futbolun birleştiriciliği ve her türlü düşmanlığın önüne geçebileceği farklı sahnelerle -özellikle de finalde- karşımıza getiriliyor ve filme de sıcak bir hava katıyor. Futbolun birleştirici olduğu kadar ve zaman zaman daha da fazla ayrıştırıcı olabilmesi ise bu filmi ilgilendirmeyen ayrı bir gerçek kuşkusuz.

Pek çok Hollywood filminin aksine karakterlerin İngilizce değil kendi ana dillerinde konuştuğu çalışmaya bu açıdan olumlu puan vermek gerekirken, filmin birkaç başka problemini de anmak gerekiyor. Örneğin, Pelé gibi çok bilinen bir futbol yeteneğinin -o tarihlerde Brezilya, Almanya ile savaş halinde olmadığından, karakteri Trinidadlı olarak gösterilmiş inandıcılık açısından- kullanılması, onun “persona”sının hikâyenin önüne geçmesine yol açıyor ve gerçekçiliğini olumsuz yönde etkiliyor hikâyenin. Stallone’nin canlandırdığı karakterin mitolojideki Merkür’ün aynı zamanda “mesaj tanrısı” olduğunu bilmesi (hatta mitolojiden haberinin olması) pek inandırıcı değil ve onun oyuncu egosunu da tatmin edecek şekilde, daha önce hiç futbol oynamamış karakterinin nerede ise “Paris Panteri” olması da biraz zorlama duruyor. Onun bu kahramanlığını Amerikalı olmasına bağlayabiliriz kuşkusuz; sonuçta dünyayı her zaman onlar kurtarır!

Huston’ın kariyerinin vasat örneklerinden biri olan çalışma sinema tarihindeki “kaçış” veya “spor” filmlerinin önemli örneklerinden biri değil sonuç olarak. Almanların böyle bir futbol maçına izin vermesi veya kamptaki koşulların pek de o kadar kötü görünmemesi gibi tuhaflıkları da olan film yine de ilgi çekebilir. Üstelik finalde “Victoire” tezahüratları ve “La Marseillaise” ile başlatılan bir toplu kaçış da var bizi bekleyen ki bu sahne faşizme direnen bir halkın da sembolü olarak filme heyecan ve keyif katıyor.

(“Escape to Victory” – “Zafere Kaçış”)