Salmer fra Kjøkkenet – Bent Hamer (2003)

salmer-fra-kokkenet

“İsveçli bir ev kadını yemek pişirmek için mutfağında bir yılda İsveç’ten Kongo’ya kadar olan bir yolu yürüyor”

 

Bekâr erkeklerin yemek alışkanlıklarını gözlemek için girişilen bir deneyde gözleyen ile gözlenen arasında gelişen arkadaşlığın hikâyesi.

 

İkinci dünya savaşı sonrasında verimlilik artışı peşinde koşan Batı dünyasının vardığı uç noktalar ile dalgasını geçen bir film bu. İsveç’li kadınlardan sonra Norveç’li bekâr erkeklerin mutfak alışkanlıklarını keşfetmenin peşine düşen bilim adamlarının (!) başarısızlığını oldukça keyifli, esprili ve sıcak bir havada anlatan film Bent Hamer’in insan ilişkileri ve günlük hayattaki ironi ve küçük sıradışılıkların peşine düşen tarzının bir örneği. “Eggs” filminde olduğu gibi çoğunlukla kapalı bir mekanda ve ağırlıklı olarak iki kişi arasında geçen film, bu tanımın akla getirebileceği sıkıcılık ve monotonluk kavramlarının tam aksine kendisini rahat seyrettiren ve çekici bir atmosfere sahip.

 

İnsanların ruhu olmayan sayıların kimliksiz parçalarına dönüştüğü, bireysel özelliklerinin göz ardı edilip ait oldukları veya ait oldukları var sayılan grupların isimsiz parçaları olarak görüldüğü istatiksel araştırmaların bir alegorisi olarak da görülebilecek film yıllar önce okuduğum bir Heinrich Böll hikâyesini hatırlattı bana. Günlerce bir köprüden geçenlerin istatistiğini tutan bir adamın aşık olduğu ama hiç tanış(a)madığı bir kadını bu istatistiklerin parçası yapmamasını anlatır. Bu filmde de gözlenenin deneye katılmaktan pişman olması nedeni ile başlayan direnişi ve gözlemekle görevli olanın tüm profesyonel bürokratik soğukluğu ile başlayan ilişki zamanla yerini sıcak bir arkadaşlığa bırakacak ve deneyin tüm kuralları alt üst edilecektir. Film iletişimi yasaklayan bu deneyin hikâyesinden yola çıkarak oldukça alçak gönüllü bir tonda çok değerli şeyler söylüyor sevgi, iletişim ve arkadaşlık üzerine.

 

Başrol oyuncularının ancak böylesine “küçük” filmlerde görebileceğiniz türden yalın ve doğal oyunculuğu filme çok şey katıyor ve özellikle sonu ile gerçekten yüreklere dokunmasını sağlıyor filmin. Dilleri, sınırları birbirine karışmış iki ülkenin, İsveç ve Norveç’in farklı karakteristikleri üzerine gözlemleri de içeren film, yine karlar altında bir evin içinde geçen bir Bent Hamer çalışması. İnsan ilişkilerinin denetlenememezliği, kapitalizmin “verim” maskesi altında mekanikleştirdiği insanların kalıpları reddetmesi ve iki insan arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerine fısıltılı bir tonda çok şeyler söyleyen film bir başkasının hayatını devam ettiren karakteri ile gerçek bir dostluk ve süreklilik mesajı da veriyor.

(“Kitchen Stories” – “Mutfak Hikâyeleri”)

Hoodlum Priest – Irvin Kershner (1961)

hoodlum-priest

“Suçluyu yerden yere vuruyor ama suçu yüceltiyorsunuz”

 

Dünyalarına girerek suçlulara ikinci bir şans yaratmaya çalışan bir Cizvit rahibinin hikâyesi.

 

Amerikan sinemasından bir bireysel kahraman hikâyesi. Don Murray’nin senaryosuna ve yapımcılığına katkıda bulunduğu ve başrolünü üstlendiği film bu ünlü oyuncuya yaslanan ama temel zayıflıklarını da onun vasatı pek aşamayan oyunundan ve senaryodaki kimi aksayan noktalardan alan bir çalışma olmuş. Don Murray’in oyunu belki bir parça daha iddiasız olmalıydı ama senaryonun odak noktasında olmasından dolayı olsa gerek film boyunca hep kendini aşmaya çalışan bir havada görünüyor ve bunu da yeterince başaramayınca filme ciddi bir zayıflık katıyor. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan senaryo bazı diyaloglarında ve “şimdi de şunu anlatalım” düşüncesi ile yazılmış gibi görünen sahnelerinde sık sık vasatlık çizgisine takılıyor.

 

50’lerde Amerikan sinemasında TV’den gelen ve gerçekçi tarzda filmler çeken yönetmenler dikkat çekmişti. Irvin Kershner’ın bu filmi de benzer bir tarzın izinden giden bir çalışma. Siyah beyaz görüntüler eşliğinde küçük insanların çıkışsızlığını ve bu insanların şüphelere ve ön yargılara takılan değişme çabalarını anlatan film özellikle senaryosundan kaynaklanan naifliğine rağmen o dönem Amerikan sineması için hem durduğu yer hem de ele aldığı konular açısından takdir edilmesi gereken bir çalışma. Rahat ve hijyen çalışma koşulları yerine suça itilmiş insanların dünyasında çabalayan bir rahibi ele alması, her ne kadar filmin odağında olmasa da sorumsuz bir medyanın yaratabileceği tehlikeleri gündeme getirmesi ve idam cezası hakkında aldığı tavır özellikle o dönemin TV kökenli yönetmenlerinde sıkça görülen liberal tavırların bir uzantısı. Kershner seçtiği kamera açıları ve kadrajlar ile bazen filme belki asıl odağının dışında kalsa da çekici sahneler katmasını başarıyor; tren rayları üzerindeki kaçış sahneleri, gerekliliği tartışılır olsa da romantik sahneler vb.

 

Bir Amerikan filmi olduğuna göre önümüzdeki elbette düzenin kendisinin değil o düzendeki “kötü” bireylerin sorgulanması ve toplumsal değil bireysel odaklı çabaların yüceltilmesi söz konusu filmde ama ne olursa olsun sorumlu bir tavır takınan, yönetmenin teknik başarısını gösterdiği bu filmi görmekte yarar var. “Ben dünyayı değiştirmeye çalışmıyorum. Sadece dünyanın beni değiştirmesine engel olmaya çalışıyorum” mesajı belki yeterince iyimser olmayabilir ama film sonu ile de vurguladığı gibi çaba harcamayı ve peşin hükümlerle mücadeleyi destekliyor. Politik doğruculuk açısından risksiz bir noktada kendini konumlandıran, sinemanın unutmayı tercih ettiği küçük insanları hatırlatan ve Haskell Wexler’in siyah beyaz görüntü estetiğini başarı ile kullandığı bir film.

(“Rahip”)

The Hound of the Baskervilles – Terence Fisher (1959)

hound_of_the_baskervilles

“Böyle bir davada herkes şüphelidir”

 

Arthur Conan Doyle’ın aynı isimli eserinden uyarlanan bir Sherlock Holmes hikâyesi.

 

Ağırlıklı olarak korku filmleri üzerine uzmanlaşan ve özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda çok popüler olan Hammer şirketinin  bu filmi, şirketin uzmanlığı göz önüne alınınca belki de kendilerine en uygun olan Holmes hikâyesinden uyarlanmış. Terence Fisher’ın ustalıklı bir yönetim gösterdiği ve atmosferi başarı ile yansıttığı filmde Christopher Lee ve Peter Cushing gibi Hammer filmlerinin gedikli iki usta oyuncusu da karşımıza geliyor ve çekici bir nostalji duygusu da yaratılıyor böylece. Cushing’in Holmes yorumu sanki Holmes’un karakterinde zaten yer alan “kibir ve ukalalığı” bir parça abartılı vücut mimikleri ile gereğinden fazla ileri götürmüş gibi görünüyor ve Holmes’u zeki ve huysuz bir çocuk gibi görünüyor.

 

Hammer’ın kadrolu isimlerinden Jack Asher’ın görüntü yönetimi filmin hikâyesini ve atmosferini destekleyen ve İngiliz kırsalının ne kadar tedirgin edici olabileceğinin altını başarılı bir şekilde çizen bir çalışma olmuş.  Müziğin kullanımı hemen tüm Hammer filmlerinde olduğu gibi zaman zaman dozu kaçan bir yüksekliğe ve vurguya sahip ve bugünün sinema anlayışına bir parça ters belki.

 

Sonuçta karşımızda bir Hammer filmi, bir Conan Doyle hikâyesi, iki usta oyuncu ve bir klasik sinema örneği var. Kült olmuş filmlerden biri olmasa da ve hatta kült olabilmek için gerekli unsurlardan yoksun olsa da seyretmesi keyifli bir film. Dikkat edilmesi gereken bu filmin Hammer damgasını taşıyan filmlerden olmadığı. Zaten sanki film Doyle ile Hammer karakteristiklerinin arasında kalmış olmanın zayıflığını da taşıyor.

(“Baskerviller’in Köpeği”)

Franklyn – Gerald McMorrow (2008)

franklyn

“Anlayacağınız, inanç olmadan kontrol edilmeniz zor”

 

Üçü Londra’da biri gelecekte bilinmeyen bir yerde yaşayan dört ayrı kahramanın inanç, sevgi ve intikam üzerinden birleşen hikâyeleri.

 

Karışık ve zeki hikâyeler üzerinden entellektüel seyircileri de etkilemeyi amaçlayan ve bazı anlarında bunu başarabilecek bir film. Tek başlarına ele alındığında belki pek de çarpıcı olmayacak hikâyeler beklendiği üzere filmin sonunda birleşiyor ve bazı aksayan yönleri olsa da hedeflediğine ulaşıyor. Sonunda tüm bunlar iki gencin ilk görüşte aşkı bulacakları karşılaşmayı sağlamak için miymiş diye de düşünebilirsiniz ama filmin bu zayıf yönünü bir kenara koyup tadını çıkarmanız da mümkün. Sonuçta sinemadaki yeni modalardan biri farklı hikâyeleri ele alıp sonra bu hikâyelerin kişilerini bir yerde buluşturmak. Alejandro González Iñárritu filmi “Amores Perros” gibi çok başarılı örnekleri de var bu modanın veya “Crash” gibi Oscar’a özel tasarlanmış örnekleri de.

 

Filmin başarılı olduğu alanlardan biri set tasarımı; özellikle bilinmeyen bir zamanda ve yerde geçen bölüm hem fütüristik öğeleri hem de Ortacağ’ı hatırlatan atmosferi ile etkileyici olmayı başarıyor. Bu bölüm ayrıca din üzerine havada uçuşan sözler, dinin ötekileştirici ve hâlâ baskın olan gücü ve çizgi roman estetiği taşıyan yönetimi ile diğer bölümlerden kendisini farklı kılıyor. Filmin müziği ve bu müziğin zaman zaman dozu kaçsa da sahnelerin altını çizen kullanımı da dikkat çekiyor.

 

Hikâyelerin tümünde ortak olan öğeler var; inanç, arayış ve ızdırap. Bu öğeleri ve bunlardan kaynaklanan karanlık atmosferi aksayan yönleri olsa da inandırıcı kılmayı başaran film belki kolaya kaçan sonu ile kendisine zarar veriyor ama ilgi çekici kareleri ile kendisini seyredilir kılma hedefine ulaşmış görünüyor. Yine de şu soru cevapsız kalıyor; neden parçalı bir anlatım yerine düz bir anlatım tercih edilmemiş. Soru açıkta kalıyor çünkü seyircisini hazırlamaya çalıştığı hikâyelerin birleşmesi ve gerçeklerin ortaya çıkması sahnesi için senaryodaki bazı zorlamalardan kaçınamıyor.