La Cantante de Tango – Diego Martínez Vignatti (2009)

LaCantante_40x60.indd

“Acısını peşinde sürükleyen ruh”

 

Terkedilen bir tango şarkıcısı kadının unut(ama)ma hikâyesi.

 

Tangonun mu filme yoksa filmin mi tangoya yakıştığını söylemek daha doğru olur bilmiyorum ama bu film görsel ve işitsel yaratımın nerede ise mükemmel bir ortaklığı. Kabullenilemeyen bir acının hikâyesine eşlik eden tangolar bu filmle başka hiç bir müziği ilişkilendirmeyi düşündürtmeyecek kadar başarılı. Şarkıların sözleri diyalogların sadece gerektiği kadar olduğu bu filmde hikâyeyi de çerçeveliyor ve sürüklüyor.

 

Filmin hemen tüm sahnelerinde yer alan Eugenia Ramírez Miori sade oyunu ve olağanüstü yorumları ile filmin odak noktası. Yüzü seyirciye hiç gösterilmeyen erkek arkadaşına duyduğu ve aşamadığı özlemi düşük tonda bir oyunculukla gösterirken, biriktirdiği tüm duygularını tangoları seslendirirken koyuyor ortaya. Hilmi Yavuz’un bir şiirindeki “hüzün ki en çok yakışandır bize” benim için bu filmden sonra her tango dinleyişimde aklıma gelecek sanırım.

 

İnceliklerle dolu bir film bu ve aynada kaybolan görüntü gibi küçük sembolik buluşların yanısıra, kadının içindeki dolduramadığı o büyük boşluğun sembolü olarak alınabilecek olan geniş ve boş lokasyonlar (kırlar, sahil, deniz) gibi hem güzel hem de filmi içerik ve görsel açıdan zenginleştiren sahneleri de içeriyor. Bir başka filmde kartpostala dönüşebilecek görüntüler bu filmde hikâyeyi besleyen unsurlardan biri. Zaman zaman empresyonist tablolara dönüşen bu görüntülere bir şekilde hüznü de başarı ile yedirmiş yönetmen Diego Martinez Vugnatti ve senaryo yazarlarından birisi olduğu bu filmde görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş.

 

Kurgusu, kamera hareketleri, sakinliği ve yumuşaklığı ile hikâyeye çok uygun bir anlatım tarzı belirleyen yönetmen, sanki filmdeki her bir kare için (kadraj, kare içindeki objelerin yerleşimi, renkler vs.) tek tek çalışmış gibi. Filme getirilebilecek tek eleştiri de tam da bu noktada filmin zaman zaman belki bir parça narsist olması ama benim gibi bu narsizmi hak ediyor diye de düşünebilirsiniz.

 

Kieslowski’nin Üç Renk serisinde bir leitmotif olarak tekrarlanan bir görüntü vardır; yaşlı bir kadının tüm kalan enerjisi ile elindeki çöpü yüksekte kalan bir çöp kutusuna atma çabası. Bu filmde de aşamadığı “artık sevilmiyor olma” duygusu içinde boğulan kadının sık sık etrafında gördüğü birbirine sevgi dolu bakan/destek olan yaşlı çiftler bana benzer bir kullanımı çağrıştırdı.

 

“Zaman bile silemedi hatıranı” size tanıdık gelen bir duygunun ifadesi ise kaçırılmaması gereken bir film.  

(“The Tango Singer” – “Tango Şarkıcısı”)

Ben X – Nick Balthazar (2007)

benx

“Oyunda kim ve ne olursan ol, burada bir geri zekâlısın”

 

Gerçek hayatta yaşadığı zorluğu oyun dünyasındaki sanal karakteri ile unutmaya çalışan bir otistik gencin (Greg Timmermans) hikâyesi.

 

Farklı olmanın etrafında yaratttığı temel sonuç çocukluğundan başlayarak tüm arakadaşları tarafından itilip kakılmak olan, annesi tarafından “yorgunluğa dönüşmüş bir çaba” ile korunan, durumu bir türlü tam anlamı ile kabullenememiş babasının nasıl yaklaşacağını bilemediği otistik genç sanal dünyadaki kahraman karakteri ile gerçek dünyada yapamadığı/yapamayacağı her şeyi başarıyor; karar alıyor, uyguluyor, kazanıyor, seviyor ve seviliyor.

 

Konusuna çok uygun ve başarılı bir jenerik ile açılan film, sanal dünyaya odaklanıp gerçek hayattan kopmuş bir genci anlatacak gibi görünürken, otizm işin içine giriyor ve bu noktadan sonra film biri diğerinin sonucu gibi gösterilen iki ağır tema arasında gidip geliyor. Filmin zaman zaman bir ağırlığın altında kalır gibi olması da sanırım bundan kaynaklanıyor. Otizm ve “role playing” bir genci anlatmak için tek başına da yeterince yüklü olabilecek konular çünkü.

 

Oyundaki karakter ile gerçek hayattaki karakterin sık sık iç içe geçtiği bir kurgu ile anlatım seçilmiş ve zaman zaman bu durum rutin hale gelse ve tahmin edilebilir olsa da, filmin temasına uygun olduğu için temel bir rahatsızlık vermiyor.

 

Kendi romanından senaryolaştırdığı ilk filminde yönetmen Nick Balthazar, yine ilk filminde oynayan Greg Timmermans ile çalışmış. Oldukça zor bir rol bu ve sanatçının rolün altında ezilmediğini söylemek mümkün. Yan rollerde özellikle anneyi canlandıran Marijke Pinoy çaresizlikle çevrilmiş bir mücadeleyi başarı ile canlandırıyor. Aslında otistik ve okul çevresinde sürekli hor görülen (çocukların/gençlerin ne kadar zalim olabileceğini farkettirip dehşete düşürüyor sizi film bu anlamda) bir yakına sahip olmanın zorluğunu en iyi anlatan gencin küçük kardeşinin durumu. Sürekli etrafınızda olan ama asla baş edemediğiniz ve uzaklaştırmanızın mümkün olmadığı bir güçlük ile yaşamanın verdiği zorluğu sessiz mutsuzluğu ile anlatıyor.

 

Sanal oyun dünyasının “fantezi” yanını filmin anlatımına da yansıtmış yönetmen ve bu durum zaman filmin etkileyiciliğini aksatsa da (özellikle sonlardaki kilise bölümü, “ders veren bir Amerikan aile filmi” havasında ve utanan gençler sahneleri filmin fazla kolaya kaçılmış bir bölümü olmuş), gördüklerimizin etkileyici olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Daha olgun bir anlatım filmi daha da yukarılara taşıyabilirdi diye düşünülebilir ama, belki filmin etkileyiciliğine darbe vurmuş olsa da umudu destekleyen sonu ile beğenilecektir.

Le Jour où Dieu est Parti en Voyage – Philippe Van Leeuw (2009)

lejouledieuestpartienvoyage

“Neden hiç konuşmuyorsun?”

 

Ruanda’da 1994’te yaşanan ve kesin olmamakla birlikte yaklaşık 1 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan katliamın kişisel bir hikâyesi.

 

Su kenarında huzur ve sevgi dolu bir anne ve çocuklarının görüntüsü ile başlayan film şelalenin hızlanması ve çıkardığı gürültü ile sembolize edilmiş bir katliam ile devam ediyor. Katliamda çocuklarını yitiren bir kadının (Ruth Nirere) yalnızlık, sağ kalma iç güdüsü, aklını yitirme, meydan okuma ve pes etme arasındaki gidiş gelişlerini oldukça kişisel bir hikâye gibi ve nerede ise katliamı doğrudan hiç göstermeden oldukça etkileyici bir şekilde anlatan bir film bu.

 

Diyaloğu minimum seviyede tutan ve kapanış jeneriğine kadar müziğin hiç kullanılmadığı filmde uzun ve sessiz planlar, bakışlar ve bir doğada hayatta kalma mücadelesinde olabilecek her şey var. Bu “survivor” hikâyesi televizyon şovlarından çok farklı elbette. Sadece sesini duyduğu bir katliamın dehşetini yaşayan tavan arasında saklanmış bir kadının yüzündeki dehşet, basit ama gerçekçi ve o derece de etkileyici yağma sahnesi ve sessiz çığlıklar filmin havasındaki tedirginlik ve dehşet duygusunun hiç kesilmeden ve giderek artmasını sağlıyor. Kadının sessizliği ile ormanda karşılaştığı ve katliamdan yaralı kurtulan adamın (Afazali Dewaele) ısrarlı diyalog çabası filmde gerilimi artıran bir tezat oluşturuyor ve adam duygularını ne kadar korumaya çalıyorsa kadın o derece tüm duygularından arınmış bir şekilde yaşıyor. Doğadaki hayatta kalma sahneleri Afrikalıların Batılı güçlerce dönüştürülmeden önce doğa ile basit ve barışık bir hayat sürdükleri zamanlara bir gönderme olarak alınabilir diye düşünüyorum.

 

Ruanda katliamını anlatan diğer pek çok filmin aksine katliama değil katliamın bir birey üzerindeki yıkımına odaklanan film, başta yer alan kaçan beyaz aile bölümü ile bu katliamın tarihsel planındaki asıl sorumlusu olan Batılıların katliamdan sağ kurtulmasını resmederek ciddi bir eleştiri de getiriyor.

 

Filmdeki karakterlerin Fransızca konuşmasının rahatsız ediciliğini kenara koyarsanız, tarihteki en trajik olaylardan birinin bu etkilimi anlatımından çok etkilenebilirsiniz. Kadının biri sonda olmak üzere iki kez kalkıştığı “meydan okumayı”, içerdiği yılgınlığın yanısıra bir bireyin anlayamadığı bir kötülüğe karşı kendini ateşe atarak tepki vermesi olarak görmek mümkün.

 

Bağırmadan çok şey anlatılabileceğini, insanın ne derece sefil olabileceğini, emperyalizmin sömürü düzeninin insanları hangi noktalara götürebileceğini ve kadın oyuncunun çok basit ama bir o kadar olağanüstü oyununu görmek ve insan olmak üzerine tekrar düşünmek için.

(“The Day God Walked Away” – “Tanrının Gittiği Gün”)

Fast Food Fast Women – Amos Kollek (2000)

fastfoodfastwomen

“Ben iyimser biriyim.”

 

Çok karakterli bir New York hikâyesi. Her yaştan, her cinsten karakterler; aşık oluyorlar, tereddüt ediyorlar, arıyorlar, karşılaşıyorlar vs.

 

Bu kalıba uygun ve belli bir çizginin üzerindeki tüm filmlerden ne beklenebilirse bu filmde de o var. Böyle bir film New York’ta geçiyorsa elbette çılgın karakterler olacak, elbette aşk olacak, elbette bir hafiflik, bir iyimserlik olacak. Tüm bunlardan geriye ne kalıyor? Belki çok fazla bir şey değil ama yine de her ne kadar zaman zaman yeterince işlenmemiş olsa da geriye hoş anlar ve ilginç karakterlerin izleri kalabilir.

 

Popüler sinemanın anlaşılır nedenlerle görmezden geldiği “yaşlı aşklar” bu filmde ağırlıklı bir yere sahip ve üstelik  sadece kendi aralarında değil gençlerle de aşk yaşıyorlar.

 

İhtiyacı olmayan ama garsonluk yapan bir kız, kekeleyen bir Polonyalı hayat kadını, yazar olmaya çabalayan bir taksi şöförü, hayattan son bir tat almaya çalışan yaşlı karakterler, New York’tan söz ettiğimize göre elbette bir “Woody Allen”, ilişkiler üzerine konuşmalar, korkular, itiraflar ve umut. Elbette mutlu son.

 

Bir parça daha uzun olsa rutinliğe kapılma tehlikesi yaşayacak olan, bazen “sevgili karakterlerim, ben sizi kabaca çizdim, siz de hikâyeyi oluşturun” denip kendi haline bırakılmış gibi görünen, zaman zaman tiplerin uçarılığına sığınan bir çalışma. Kadın karakterlerin daha uçarı olması nedeni ile belirlenmiş olsa gerek filmin adı. Kısaca, “New York state of mind” tarzı çok karakterli filmlere bir diğer örnek.

 

(“Hızlı ve Dişi”)