Pascali’s Island – James Dearden (1988)

“Dünyanın hâkimi, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi! Beni tanımıyorsunuz ekselansları; ben bu adadaki casuslarınızdan biriyim, en azından onlardan biriyim çünkü başkaları da olabilir. Doğrudan size yazma cüretkârlığımı affedin. Buna mecbur kaldım. Memurlarınızın beni umursamamasına daha fazla katlanamıyorum. Defalarca tekrarladığım alçakgönüllü taleplerime rağmen, bakanlıktan tek bir kelime bile cevap alamadım. En başından beri böyle oldu bu. Tam 20 yıldır İstanbul’dan, iktidarın merkezinden uzaktaki bu adada sahile bakan odamdaki masada oturuyorum. Bu size göndereceğim son rapor. Yunanlar benden kuşkulanıyor ve ben bundan kesinlikle eminim.”

Osmanlı egemenliğindeki bir Ege adasında Abdülhamit’in muhbirlerinden biri olarak çalışan bir adamın ve adadaki diğer gizemli karakterlerin hikâyesi.

İngiliz yazar Barry Unsworth’un aynı adlı romanından uyarlanan bir İngiliz yapımı. Senaryosunu ve yönetmenliğini James Dearden’ın üstlendiği film 1908 yılında, Ege denizindeki bir adada Osmanlı İmparatorluğu için muhbir olarak çalışan bir adamın, yıllarca raporlarına hiçbir cevap alamamasının neden olduğu bunalımını yaşarken adaya gelen bir İngilizden kuşkulanması ile gelişen olayları anlatıyor. Potansiyeli yüksek bir konu bu ve baş karakteri canlandıran da Ben Kingsley gibi büyük bir oyuncu. Ne var ki Dearden’ın ne senaryosu ne de yönetmenliği hikâyeye hakkını vermeye yetmiş görünüyor ve film ima ettiği yüksek noktaya bir türlü ulaşamıyor. Buna rağmen, Kingsley’in performansı ve hikâyenin bizim tarihimizden bir sayfayı karşımıza getiriyor olması başta olmak üzere kimi öğeleri ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Hiçbir karakterin göründüğü gibi olmadığı, herkesin bir sırrının olduğu ve dikkate alınmayı şiddetle arzu eden ama hep sessizlikle karşılanan bir “küçük” insanın hem yaşadığı hem de neden olduğu bir trajediyi anlatan bir hikâyenin doğal çekiciliğine sahip ne de olsa.

Rodos ve Sömbeki adalarında çekilen film, 2. Abdülhamit döneminde ve ismi verilmeyen bir Yunan adasında geçiyor. Çöküş sürecindeki bir imparatorluk, yozlaşan bir yerel yönetim, jurnalciliğin hayatın sıradan bir parçası olduğu bir toplum, isyana hazırlanan Yunan gerillalar, dağılan imparatorluğun mirasını paylaşmak için kavgaya tutuşan Almanlar, Amerikalılar ve İngilizler… Çok karışık bir dönem bu ve jurnalcimiz düzenli olarak maaşını almasına rağmen, ne raporları dikkate alınıyor ne de kendisine tek bir kelime cevap veriliyor. Yıllardır yaptığı ve hayatının tamamını kapsayan işinin hiç umursanmamasının neden olduğu bir sinir bozukluğu içinde kahramanımız; raporlarının reddedilmesi bir bakıma onun varlığının da reddedilmesi anlamına geliyor çünkü. Bu sırada adaya gelen gizemli bir İngiliz onu işi için heyecanlandırırken, herkes gibi kendisinin de kurbanı olacağı bir trajediye yol açmasına neden oluyor. Filmi ilginç kılan en önemli unsur Ben Kingsley’in canlandırdığı baş karakteri. Bu korkunç derecede yalnız, herkesin tanıdığı ama yine de varlığı havada asılı kalmış gibi duran adam sinema perdesinde karşımıza çıkan en ilginç karakterlerden biri olsa gerek. Oyunlar oynamaya, oyunların parçası olmaya, gözetlemeye, keşfetmeye, yönlendirmeye ve varlığını gerekli kılmaya çalışan adamın dramı hikâyenin de en güçlü yanı aslında. Ne yazık ki bu büyük potansiyeli senaryo ve yönetmenlik çalışması gereğince değerlendirememiş görünüyor. Dearden sanki hikâyenin potansiyelini yeterli görmüş ve tüm yükü de Ben Kingsley’in üzerine bırakmış. Neyse ki o da çarpıcı -ve kimi anlarda fazla ileri giden- bir performans gösteriyor ve nerede ise her karesinde göründüğü filmi sürüklüyor. Karakterinin korktuğu, yıldığı, meraklandığı veya umutlandığı her anı siz de aynen yaşıyorsunuz ve tam da bu nedenle, finalde yaşadığı dehşeti size de yansıtıyor oyuncu.

Hollandalı besteci Loek Dikker’in filmin havasına uygun ve zaman zaman doğu ve Yunan esintileri de taşıyan müziği eşliğinde anlatılan hikâyede Kingsley’e eşlik eden Charles Dance ve Helen Mirren’i de anmadan geçmemek gerek. Her iki oyuncu da, sakladıkları sırları ile gizemli bir havaları olan karakterlerini etkileyici bir yetkinlikle oynuyorlar ve ilki tüm hikâyeye tam bir İngiliz havası taşırken, ikincisi romantik sahnelerin nasıl zarif kılınabileceği konusu başta olmak üzere sıkı bir yardımcı oyunculuk dersi veriyor seyirciye. Buna karşılık filmin Türk karakterleri sorunlu görünüyor: Konuştukları hayli aksanlı Türkçe ve oyunculuklarının bir parça abartı içermesi rahatsız edici. Osmanlı Paşası ve yardımcısını canalandıran oyunculardan birinin Ürdün asıllı İngiliz, diğerinin ise Polonya asıllı Avustralyalı olması bu Türkçe sorununun nedeni kuşkusuz ve bu da akla şu soruyu getiriyor: Neden bu karakterler için Türk oyuncu kullanılmadı? Senaryodan kaynaklanan abartıdan olmasa bile, en azından bu kötü Türkçe sorunundan kurtulabilirmiş film böylece. Bu problemin elbette sadece Türkçe bilenlerin fark edeceği bir sıkıntı olması önemini azaltmıyor kesinlikle. Kaldı ki Türk karakterlerin bu abartılı çiziminde senaryonun onlara tipik bir “Doğuluya bakan Batılı”nın bakışı ile yaklaşmasının payı olduğu da unutulmamalı. Buna karşılık senaryonun bir konuda hakkını vermek gerek: Kullanılan Türkçe döneme uygun ve “mesul”, “selahiyet” veya “şayan-ı hayret” gibi kelimeler, filmin tıpkı set ve kostüm tasarımında olduğu gibi özenli davrandığının bir göstergesi. Sokakta dolaşan bir şerbetçi karakteri bile görüyoruz örneğin ki eksikliğini kimsenin yadırgamayacağı bir tipin düşünülerek filme eklenmiş olması olumlu bir puan.

Zamanında çok fazla ilgi görmemiş bu film ama Dearden’dan kaynaklanan problemlere rağmen bu ilgi eksikliği filme haksızlık olmış sanki. Her ne kadar yeterinne değerlendirilememiş olsa da çok etkileyici bir baş karakteri var filmin ve Dearden’ın senaryosu (özellikle de zaman zaman gereksiz ve boş görünen diyalogları) ve yönetmenliği yeterli olmasa da hikâye ilginç ve kendisini izletmeyi başarıyor.

(“Pascali’nin Adası”)

(Visited 343 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir