Prince of Darkness – John Carpenter (1987)

“Varsayalım ki inancınızın söyledikleri esasen doğru. Varsayalım ki her şeyi kontrol eden evrensel bir akıl, her atomaltı parçacığın hareketini mümkün kılan bir tanrı var; ama unutmayın, her parçacığın onun ayna görüntüsü ve negatif tarafı olan bir anti-parçacığı vardır. Belki bu evrensel akıl inanmak istediğimizin aksine evrenimizde değil, o ayna görüntüsünde ikamet etmektedir. Belki o anti-tanrıdır, ışık yerine karanlığı getiren”

Terk edilmiş bir kilisenin bodrumundaki büyük bir cam silindirin içindeki yeşil ve hareketli sıvının korkunç sırrını keşfetmeye soyunanların hikâyesi.

John Carpenter’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Gösterime çıktığında seyirciden belli bir ilgi gören ama pek çok eleştirmen tarafından sert bir şekilde eleştirilen çalışma zamanla -ve pek çok Carpenter yapıtı gibi- bir kült (veya yarı kült) esere dönüşen ve ilgiyi hak eden, doğaüstü unsurlar üzerine kurulu bir korku filmi. Hemen tüm filmlerinde yaptığı gibi burada da orijinal müziklere imza atan ve öyküye yakışan bir çalışma ortaya çıkaran Carpenter, bu yapıtını “Kıyamet Üçlüsü” başlığında toplamış iki diğer filmi ile birlikte. Bilimin ve dinin iç içe geçtiği, düşük bütçeli bu film Carpenter’ın yapıtlarında sıklıkla görülen “ucuz”luktan çekici biçimde destekleniyor ve ortaya insan aklının yetersizliğini (ve acizliğini) ortaya koyan, gittikçe artan temposu ve gerilimi ile dikkat çeken ve sert sahnelerden çekinilmemiş bir çalışma çıkıyor. Öyküdeki romantizm zayıf ve gereksiz, oyunculuklar ortalama, efektleri büyük bütçeli bir Hollywood filmindeki kıyaslanmayacak kadar alçak gönüllü ve olayların gelişimi zaman zaman beklenen şekilde ilerliyor ama tüm bu ucuzluklar filmi kendine has, öte yandan da tam bir Carpenter yapıtı yapıyor ve ortaya seyri keyifli bir çalışma çıkıyor.

John Carpenter 1982 tarihli “The Thing” (Şey) ve 1994 yapımı “In The Mouth of Madness” (Çılgınlığın Ötesinde) filmleri ile birlikte bir üçlemenin parçası olarak tanımlamış “Prince of Darkness” adlı yapıtını. Ortak özelliklerinden biri, tümünün karakterlerinin kasvetli sonları olması olması olan bu filmlerden kronolojik olarak ikincisi olan “Karanlıklar Prensi”, odasındaki yatağında sırt üstü uzanan yaşlı bir rahibi göstererek açılıyor. Derin bir nefes alan ve bilincini yitiren adamın göğsünde tuttuğu, sandık biçiminde küçük bir kutu ve onun içinde de bir anahtar vardır. Katolik bir rahip (Donald Pleasence) bu anahtarı kullanarak, terk edilmiş bir kilisenin bodrumunda yıllardır gizli tutulan büyük bir sırrı keşfeder ve bu sırrın anlamını çözmek için bir kuantum fizikçisinden (Victor Wong) yardım ister. Bu fizikçi de meslektaşlarından ve üniversitedeki öğrencilerinden bir takım oluşturur ve sırrı çözmek için o kiliseye yerleşir; ortaya çıkan ise iki bin yıldır saklanan korkunç bir gerçek ve tehlikedir.

Carpenter’ın 1980’lerin havasını taşıyan synth ağırlıklı, doğrudan olmaktan çekinmeyen ve öyküye kesinlikle çok yakışan (ama biraz fazla kullanılan) müziğini hemen başlardan itibaren duymaya başladığımız film ilk sahnelerini açılış jeneriği ile dönüşümlü olarak getiriyor karşımıza ve bu nedenle jenerik yaklaşık dokuzuncu dakikanın sonunda bitiyor. Bu süre içinde, fizikçinin kurduğu takımın üyelerinden ikisini de tanıtıyor bize öykü: Jameson (Brian Marsh) ve Lisa (Catherine Danforth). Bu iki karakteri ilk gördüğümüz sahnede, Carpenter’ın senaryosu ve mizanseni Jameson hakkında gizemli ve hatta biraz tedirgin edici bir hava oluşturuyor ama öykü ile hiçbir ilgisi olmayan ve zaten boşa da düşen bir izlenim yaratılıyor. Senaryonun en zayıf halkalarından biri bu iki karakter arasındaki ilişki ve John Carpenter kadının “geçmiş travmalar”ı ile ilgili de gizemli bir hava yaratmaya çalışıyor hiç gerekmediği halde. Anlaşılan Carpenter öykünün tüm sert öğelerini bir parça yumuşatmak adına veya onu zenginleştirmek adına yaratmış bu romantizmi ama filme bir katkı sağlamamış bu tercih.

Senaryo daha baştan başlayarak bir gerilim ve korku öyküsü izleyeceğimizi söylüyor bize; Jameson’ın Lisa’ya bakışına ilk kez tanık olduğumuz sahnenin havası bilinçli/bilinçsiz bir şekilde yanıltıcı olsa da, ilk sahnelerin birinde bir ağacın altındaki çimenlikte kaynaşan böceklerin görüntüsü bir tehlikenin yakın olduğunu söylüyor bize. Daha sonra kuantum fizikçisinin derste öğrencilerine yaptığı konuşmada söyledikleri de; bilimin “kesinliği”nin değil, bilinmezin “belirsizliği”nin hikâyenin ana unsuru olacağını vurguluyor: “Klasik gerçeklikle vedalaşın; çünkü insan mantığı atomaltı seviyede artık işlemez olur”. Bu sözlerden sonra ise öykünün sonuna kadar hiç durmayan bir şekilde ve artan bir tempo ile doğaüstü öğeler, korku ve şiddet sahneleri ve karakterlerin bir bilinmeyeni araştırırken o bilinmeyenin birer birer kurbanı olması vakaları peş peşe karşımıza geliyor. Ölüm şekillerinin sertliği ile, savaşılan gücün kötücüllüğünü vurgulamak istemiş Carpenter anlaşılan ama tanık olacağınız bazı sertliklere hazır olmanızda yarar var.

Kilise kurumunun ve özellikle de Vatikan’ın bir takım sırlara sahip olması, “sıradan inananlar”dan bu sırları çeşitli nedenlerle (kendi iktidarını sürdürülebilir kılmak için, sırrın ortaya çıkmasının neden olacağı dehşete engel olmak için vs.) saklaması ve gizli tarikatların varlığı sanat eserlerinde sıklıkla kullanılan bir tema. Bu öyküde de son üyesi öykünün başında hastalanarak bilincini yitiren “Uyku Kardeşliği” tarikatı ve onun sakladığı sır anlatılıyor. Kilisenin etrafında toplanan “evsizler”in tuhaf hareketleri, gökyüzünde gündüz vakti ay ve güneşin hep birlikte görünmesi, çeşitli yüzeylerde çoğalmaya başlayan ve çürümüşlüğün öyküdeki sembollerinden biri olan solucanımsı yaratıklar ve karıncaların da aralarında olduğu böcekler, insanların bedenlerinde beliren çürükler vs. gibi pek çok farklı unsur bu sırrı ortaya çıkarmaya çalışanlarla, o sırrın arkasındaki karanlık gücün yandaşları arasındaki mücadele boyunca karşımıza çıkıyor öyküde.

“Özgür kalmaya” çalışan karanlık gücün insanların bedenlerini birer birer ele geçirmesi gibi klasik bir oyun pek çok seyirciye tanıdık gelecektir ve senaryonun bu yola sapması eleştirilebilir belki ama buna bir de gelecekten gelen uyarı gibi bir oyun daha ekliyor senaryo. Ucuz ama çoğu etkili/eğlenceli efektlerle (örneğin tuhaf böceklerin istila ettiği bir bedenin uzuvları parça parça yok olurken, içi boşalan kıyafetlerin düşmesi gibi) çürüme ve çirkinleşmeyi, kötülüğün fiziksel karşılığı olarak kullanan filmde Walter Fong (Dennis Dun) karakteri üzerinden bir kara mizah da yaratıılmış; bu mizah da filmin diğer unsurları gibi pek derine inmediği için güçlü değil ama yapıtın genel “ucuzluğu” ile uyumlu olduğu için rahatsız da etmiyor.

Tıpkı “Kıyamet Üçlemesi”nin ilk yapıtı olan “The Thing” için belirtildiği gibi, bu filmin öyküsünün de AIDS’e bir gönderme olduğu söyleniyor. AIDS pandemisi 1980’li yılların en korkulan sağlık problemlerinden biriydi. Bugüne kadar 40 milyonun üzerinde insanın ölümüne neden olduğu tahmin edilen AIDS’in, burada “bedenleri ele geçiren” ve “bulaşma özelliği olan” bir kötülükle özdeşleştirildiğini düşünmek mümkün. Carpenter bu AIDS çağrışımının “The Thing” için bir tesadüf olmadığını söylediğine göre, aynısını “Prince of Darkness” için de düşünebiliriz. Film için onunla aynı adı taşıyan ve karakterlerden birinin kulaklığı aracılığı ile bize de kısaca ulaşan bir şarkı yazan Alice Cooper’ın küçük bir rol de (“evsizler”in lideri) aldığı yapıtta, karakterlerin ortak düşlerinde karşılarına çıkan ve gelecekten gelen uyarıyı seslendiren de Carpenter’ın kendisi olmuş. Tüm o ucuz yapısına, karakterlerin hiçbirinin başlarına ne geleceğini merak ettirecek özellik taşımamasına ve meselesinin finale doğru aksiyonun gölgesinde kalmasına rağmen, keyifle seyredilebilecek bir Carpenter yapıtı bu.

(“Karanlıklar Prensi”)

(Visited 5 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir