“Bu çok garip bir durum. Bugüne kadar giyinikken bile bir erkekle bir yalnız kalmadım. Üzerimde hiçbir şey yokken daha da garip”
Roma’da görevli bir Amerikalı gazeteci ve yaşadığı protokol hayatından kaçan bir prensesin hikâyesi.
1950’lerin Amerikan sinemasından gerçek bir klasik. Romantik komedi türündeki film modern bir masal havasında ilerleyen bir senaryoya ve parlak oyunculara sahip olan ve ilk yarısındaki kimi kusurlarına karşılık özellikle son yarım saati ile bu kusurlarını affettiren bir çalışma. Senaryosu Hollywood’daki komünist avı sırasında kara listeye alınan Dalton Trumbo tarafından yazılsa da problem yaşanmaması için jenerikte Ian McLellan Hunter ve John Dighton’ın adlarının kullanıldığı filmi bir ara Frank Capra’nın çekmesi de söz konusu olmuş ama “Amerikan değerlerine” mutlak bir bağlılığı olan Capra Trumbo’nun adından çekinip filmin haklarını satınca, liberal görüşleri nedeni ile kendisinin de başının derde girmesinden endişe eden William Wyler için Roma’da çekilecek bu film iyi bir kaçış fırsatı olmuş. Son bir not olarak da görüntü yönetmenliğinde iki ayrı ismin imzasının olduğunu çünkü ilk yönetmen Franz Planer’in hastalanması nedeni ile işi Henri Alekan’ın devraldığını belirtelim.
Saray protokolünden ve yapay hayatından, gençliğini yaşayamamaktan ve normal bir kadının hayatını sürdürememekten muzdarip genç kadının kendisini Roma sokaklarına atması ile başlıyor film ve karşısına çıkan Amerikalı gazeteci ile olan arkadaşlığı onun için hayatının ilk ve belki de tek gerçek yakınlığının anısına dönüşüyor. Hikâye tersinden bir Külkedisi masalını anlatıyor aslında. Tüm o zenginlik, şatafat ve rahatlıkla birlikte gelen yapay hayattan kaçıp kısa bir süre için de olsa gerçek ve samimi insanlarla normal bir hayatı tatmanın peşine düşen kadının bu hikâyesini anlatırken film hemen hiç yeni şey söylemiyor aslında. Üstelik özellikle ilk yarısında sonradan üzerinden neyse ki atacağı bir durgunluğu da var. Aşk Çeşmesi’nden İspanyol Merdivenleri’ne ve Kolezyum’a şehrin tüm turistik mekanlarının da -kaçınılmaz bir şekilde- yedirildiği hikâyenin başı, gelişimi ve sonu tahmin edilenin ötesine hemen hiç çıkmıyor. Ne var ki Amerikan sineması için o tarihlerde hayli yeni olan bir uygulama ile pek çok sahnesi dış çekimlerle oluşturulan film yine de bir büyüyü tutturmayı başarıyor. Bu büyünün arkasında da üç oyuncunun (kahramanlarımızı canlandıran Audrey Hepburn ve Gregory Peck ile adamın fotoğrafçı arkadaşını oynayan Eddie Albert) büyük payı var öncelikle.
Sinemadaki bu ilk önemli rolü ile Oscar alan Hepburn karakterinin hüznünü ve sıkışmışlığını parlak bir performans ile karşımıza getirirken tüm güzelliğini ve zarafetini de hikâyenin emrine sunuyor. Başlangıçtaki mutsuz genç kızı, sonrasındaki uçarı genç kızı ve nihayet unutamayacağı bir anının desteği ile hâlâ mutsuz ama artık güçlü genç kadını düzeyi hiç düşmeyen bir oyunculuk ile canlandırıyor. Finalde içinde fırtınalar kopan ama susmak zorunda kalan kadına getirdiği yorum veya tüm o romantik komedi anlarındaki enerjisi ve dinamizmi ile seyircisini büyülüyor adeta. Gregory Peck, Amerikan sinemasının bu güçlü oyuncusu burada belki çok özel bir performans sunmuyor ve açıkçası senaryo da kendisine bu konuda pek yardımcı olmuyor ama özellikle finalde o da çok iyi. Eddie Albert ise senaryonun karakterini biraz yüzeysel bırakmış olmasına rağmen sağlam bir yardımcı oyunculuk sergiliyor. Bu üçlünün kafede veya mavnada geçen sahnedeki takım oyunları da çok iyi kesinlikle.
Filmin özellikle başlardaki bir parça düşük temposu bu hikâyenin William Wyler’ın değil ama örneğin Billy Wilder’ın elinde daha parlak bir görüntü sergileyeceğini düşündürtmüyor değil açıkçası. Bu bölümlerde film yeterince güçlü bir akıcılığa sahip değil öncelikle. Wilder’ın seyirciyi avucunun içinden hiç bırakmayan yönetmenliğine karşılık bu anlarda Wyler zaman zaman seyirciyi kendi haline bırakıyor sanki. Ne var ki son yarım saattte Wyler usta yönetmenliği ile kelimenin tam anlamı ile döktürüyor ve başta basın toplantısı sahnesi ile olmak üzere filme damgasını vuruyor. Hepburn ve Peck ikilisinin yine başta bu sahnede olmak üzere filmin tam da ihtiyaç duyduğu şeyleri, masumiyeti ve çekiciliği aynı anda seyirciye sunabilmeleri Wyler’ın en büyük desteği oluyor ve filmin bir klasik olmasına büyük katkı sağlıyor. Wyler turistik Roma’ya başvuruyor zaman zaman ama şehrin mahallelerinden ve halkından yakaladığı görüntülerle (arada kameraya bakanlardan kaçınamadan!) veya filme keyif katan kuaför gibi tiplemelerle şehri yine de hikâyenin parçası yapmayı başarıyor. Filmin ilk bölümlerinde Peck ve Hepburn arasında romantik komedinin olmazsa olmazı olan “elektriği” pek tutturamasa da sonradan açılan film görülmesi gerekli bir klasik özetle.
(“Roma Tatili”)