“Evet, maalesef bir rakibim yok. Bu da benim şansızlığım. Bir canavar yarattım ve onunla yaşamak zorundayım”
Fransız modacı Yves Saint Laurent’ın ününün zirvesinde olduğu 1967 – 1976 arasındaki hayatının hikâyesi.
Fransız yönetmen Bertrand Bonello’dan senaryosunu Thomas Bidegain ile birlikte yazdığı bir Yves Saint Laurent hikâyesi. Bonello, alışılanın dışında bir biyografi filmi yapmaya çalışmış ve “sanatçı” kadar onun “sanat”ını da anlatmaya soyunmuş ve bunu da başarmış görünüyor. Uzun süresi ve kimi sarkmalara rağmen, film özellikle de biçimdeki tercihleri ve başroldeki Gaspard Ulliel’in oyunu sayesinde kendisini ilgi ile izlettirmeyi başarıyor. Sadece on yıllık bir süreye odaklanmasına rağmen, kahramanını yeterli ölçüde anlatmayı başarıyor film bu konuda kimi eksiklikleri olsa da. En büyük ödüllerinden biri, modacının tüm o muhteşem tasarımlarını “canlı” olarak görmek olan film estetik düşkünleri için ideal bir çalışma.
2014 yılında, Yves Saint Laurent’ı anlatan iki film birden çekildi Fransız sinemasında (diğeri Jalil Lespert’in yönettiği ve modacıyı Pierre Niney’in canlandırdığı “Yves Saint laurent”). Diğerinin klasik havasına karşılık, bu film daha stilize bir hava yakalıyor ve anlatılan kişinin modanın “sanatçıları”ndan biri olduğu dikkate alındığında daha doğru bir tercih yapmış görünüyor. Evet, bir tasarımcıyı anlatırken onun tasarımlarını taklit eden değil ama sinemadaki karşılıklarını üretmeyi deneyen ve bunu başarmış görünen bir film bu. Bu biçimciliğini dozunda tutuyor üstelik ve tıpkı modacının “giyilebilir” kıyafetler tasarlaması gibi film de “seyredilebilir” bir üslupçuluğu yakalamayı başarıyor. Bordello’nun uzun tuttuğu bazı sahneleri tekrara düşme hissi yaratsa da ve sonuç olarak filmin sarkmasına neden olsa da, kıyafetlerin “yaratıldığı” sahneler uzunluklarına rağmen tersi bir etki yaratıyor ve hem Saint Laurent’ı daha iyi anlamamızı hem de zarafetin egemen olduğu anlara tanık olmamızı sağlıyor ve görsel yönden filme ciddi bir katkıda bulunuyor.
Farklı bir biyografi filmi olması ve görsellikteki başarısının yanısıra üç oyuncunun da filme ciddi bir katkısı olmuş. Başroldeki Gaspard Ulliel karakterinin kırılgan yaratıcılığını ve bunalımlarını perdeye ustalıkla yansıtırken, yan karakterlerde Jérémie Renier ve Louis Garrel ona başarı ile eşlik ediyorlar hikâye boyunca. Görüntü yönetmeni Josée Deshaies ve kurguyu üstlenen Fabrice Rouaud’nun, hikâyesi anlatılan karaktere uygun ve estetiği ve zarafeti her an gözeten çalışmaları da takdiri hak ediyor kesinlikle. Onların başarısının yanına Katia Wyszkop’un set tasarımlarında ve Anaïs Romand’ın kostüm tasarımlarındaki başarısını da ekleyelim ve tüm bu isimlerin César’a aday gösterilip, Romand’ın bu ödülü aldığını da hatırlatalım. “Hayatı boyunca şıklığın ve güzelliğin mücadelesi”ni veren bir karakterin hikâyesini bu şıklığı ve güzelliği öne çıkararak ama dozunu hemen hiç abartmayarak anlatmayı hedefleyen filme tam da bu konuda ciddi katkıları olmuş bütün bu isimlerin özetle. Filmin müziğini de hazırlayan yönetmen Bertrand Bonello’nun anlattığı dönemin tarzına uygun olarak zaman zaman perdeyi ikiye veya üçe bölerek birden fazla görüntüyü aynı anda karşımıza getirme tercihi ve anlatımını “sert” sahnelerde bile yumuşak bir tonda tutması doğru tercihler olmuş ve yönetmenin baş karakterine sevecenlikle yaklaşmasının da göstergeleri bir bakıma.
Tüm bu olumlu yönlerine karşın, filmin aksadığı önemli noktalar da var açıkçası. Modacının bulunduğu noktaya gelene kadar verdiği mücadeleyi hiç hissetmediğimiz için, zirvedeyken yaşadığı bunalımı da yeterince anlamlandıramıyoruz her zaman. Bir sahnede, onun askerde iken yaşadıklarının ve orada kendisine uygulanan (ve elektroşoku da içeren) tedavinin, uyuşturucu ve içki bağımlılığının kaynağı olduğunu söylüyor modacı ama hem bu sahne yeterince uyumlu görünmüyor hikâyenin geri kalanı aile hem de yeterince açıklayıcı olamıyor seyirci için. Evet, çok çalışan ve herkesin yüksek beklentiler taşıdığı bir “sanatçı” o ama filmdeki tüm o “tehlikeli” ilişkiler, bağımlılıklar, karanlık sokaklarda partner arayışları veya genel olarak bunalımlar için ikna edici gerekçeler veremiyor bize hikâye. 1968 ayaklanması, Vietnam savaşı vs. gibi o dönemin tarihindeki olayların gerçek görüntülerle karşımıza getirilmesini (ve hatta bölünmüş ekranda defilelerle aynı anda gösterilmesini) ise bir şıklıktan daha farklı bir anlama kavuşturmak pek mümkün görünmüyor çünkü bu olan bitenle ilgili olarak ne kahramanının durduğu nokta ile ilgili bir şey söylüyor bize senaryo ne de hikâyenin gelişiminde bir yeri var gösterilenlerin. Eğer amaç modacının bunlardan soyutlanmış bir hayat sürdüğünü vurgulamaksa, pek de güçlü değil bu vurgu ne yazık ki. Yine de bu kusurlarına rağmen, kahramanının ruh haline bürünmeyi başaran ve görsel yönden hayli güçlü olan film ilgiyi hak ediyor.